İFLAS ETMEYE RAZIYIM.
İFLAS ETMEYE RAZIYIM.
İmam Hatip Lisesi öğretmeni Nihat Güç ile Bülent Ertekin'in hoş sohbeti.
B.E- Evvela sizi tanımak istiyorum? Kimsiniz, ne iş yapıyorsunuz?
N.G-Adım Nihat GÜÇ. Şanlıurfa’da bir İmam Hatip lisesinde Meslek Dersleri Öğretmeniyim. Çalışıyorum ve çalışmayı da seviyorum. Yorulmak bilmeyen bir yapıya sahibim. Gün boyu bir koşuşturmanın içindeyim. Yorgun ve argın eve döndüğüm zamanlarda bir işi bitirmiş olmanın mutluluğunu ve sevincini doyasıya yaşıyorum.
Bu hengamenin içinde fırsat buldukça da yazıyorum. Öğrenciler ile uğraşmak, yol ve yordam göstermek, soru ve sorunlarına çözümler üretmek en büyük hobim ve uğraşım.
B.E-Allah güç ve kuvvet versin Hocam! Allah yardımcınız olsun. Madem yazmaktan bahsettiniz. Eğer müsaade ederseniz bugünkü konuşmamızda yazma konusunu ele almak ve bu konuda yoğunlaşmak istiyorum. Müsaadenizle bu konuda size birkaç soru sormak istiyorum.
NG-Tabi ki, buyurun!
B.E.-Her gün mü yazıyorsunuz? Yoksa boş zamanlarınızı değerlendirmeye mi çalışıyorsunuz?
N.G-Bence hiçbir insan boş vaktini değerlendirmek için yazmaz ve yazmamalı. Boş vaktini değerlendirmek için yazanlar boşuna yazmış olurlar. Ki Müslüman'ın boş vakti yoktur. Kişi kendisini yazmaya odakladığı zaman vaktin ne kadar çok ve kıymetli olduğunu görüyor.
Hem deşarj olmak hem de insanlığın gidişattan duyulan kaygıları dile getirmek benim birinci hedefim.
Bu amacımı gerçekleştirmek ve bu hedefime doğru yavaş da olsa yürümek istiyorum.
B.E-Neleri yazıyorsunuz? Seçtiğiniz bir konu var mı?
N.G-Neleri yazmıyorum ki? Yazmayacağım, seçmeyeceğim, ilgilenmeyeceğim bir konu yok aslında. Yeter ki insanı ilgilendiren bir mesele olsun. Bu benim için yeter sebeptir.
B.E-Her yazarın örnek aldığı bir yazar vardır. Yazarken örnek aldığınız bir kişi veya beslendiğiniz bir kaynak var mı?
N.G-Olmaz mı hiç? Her yazarın yazarken beslendiği bir efsanesi, gizleseler de, mutlaka vardır. Benim de kendime ait bir dayanağım, kıstas kabul ettiğim bir vazgeçilmez dediğim kurallarım var elbet.
B.E-Nihat Bey! Bu ana kaynağınız bir efsane mi? Yoksa kültürden veya çevreden kaynaklanan bir kişi mi?
N.G-Ben farklı olmak ve farklı kalmak isteyen biriyim. Benim de bana ait farklılıklarım olmalı diyorum. Beni ben yapan, bana ait olan unsurlar olmalı. Eğer yazdıklarım yeni ve farklı bir şey ifade etmiyorsa yazmaya gerek yok. Aynı şeyleri tekrar etmenin, yazılmışları tekrarlamanın, kelimeleri değiştirerek aynı şeyleri dile getirmenin anlamı yok. Her yazının kendisine has bir üslubu, kendisine has bir tadı, kendisine has bir konusu olmalı. Tıpkı bir yemek gibi. Nasıl ki aynı çeşit yemeğin kendisine has bir tadı varsa her yazının da kendisine has bir tadı olmalıdır. Okuyucuya kazandırmak istediği bir değere, bir hedefe matuf olmalı yazılanlar.
B.E-Farklı olmak gerektiğinden bahsettiniz. Ne gibi bir farklılıktan bahsediyorsunuz? Bu konuyu biraz açar mısınız?
N.G-Tek bir hedefim var benim. Bu hedeften sapma niyetinde de değilim. Bu yolda direnebildiğim kadar direnme azmindeyim.
Her yazar ve çizerin kendisine has bir yolu, bir üslubu vardır ve olmalıdır.
Benim de bir yolum ve vazgeçemediklerim var. Hiç kimse kendisine ait olandan ve yürüdüğü yoldan sapmak istemez. Ben de kendime ait bir yol çizdim. Bu yolun dışında farklı kulvarlarda ve patikalarda yürümek istemiyorum.
Bu yolun “Yüce Allah’ın dini” olduğunu rahatlıkla dile getirebilirim. Çünkü bana göre dinin müdahale etmediği hiçbir alan yok.
Dinin karışmadığı hiçbir konu yok. Bu yolun, bu konunun dışına çıkmak evvela bana yakışmaz. Sonra okuyucularıma yakıştıramam. Hatta okuyucuya bir hakaret olduğunu düşünüyorum.
B.E-Yazdıklarınızda Ayetleri ve Hadisleri mi referans alıyorsunuz?
N.G-Yazdığım her satırda bir ayetin veya bir hadisin olduğunu söyleyemem. Ama her kelimede bir ayetin veya bir hadisin kokusunun veya renginin olmasına dikkat ederim. Bunu yapmaya çalışmak ve bu hedefe doğru yürümek günümüzde çok zor bir durum. Çoğu zaman bu durum, yazanlar için dezavantaja dönüşüyor.
B.E-Nihat Bey! Dezavantaj dediniz. Yazı yazarken sizin için dezavantaj, kendisini nasıl hissettiriyor? Biraz açar mısınız bu konuyu?
N.G-Elbette. “İki kaygı taşımalı bir yazar. Evvela bu yazılan satırlar karşısında Allah ne der, sonra okuyucu ne anlar?” demeli yazdıklarında. Bu minvalde hareket etmeli. Bu sorular yer değiştirmemelidir. Tebdil ve tehir edilmemeli. Okuyucu Allah’ın önüne geçirildiğinde tehlike çanlarını duymaya hazır olmalıyız. Eğer okuyucunun istekleri Allah’ın isteklerinin, Peygamberinin arzularının önüne geçirilmiş ise aşılmaması gereken çizgiler çoktan aşılmış, farklı durumlar zühur etmiş demektir.
Bu konuyu dilimin döndüğü kadarıyla ifade etmek istersem şunları söyleyebilirim. Yazanlar ve çizenler oluşturdukları eserleri öncelikle ayet ve hadis ışığında oluşturmaları gerektiği kanısındayım.
Hatta beslendikleri ana kaynağın bu olması gerektiğini şiddetle savunanlardanım. “Dervişin fikri ne ise zikri de o’dur.” sözü tam da bu durumu dile getiriyor sanırım.
Tersinden söylemek gerekirse her yazar Ayet ve Hadis ile yazmalı. Ya da Ayet ve Hadisin işaret ettiği bir durumu dile getirmeli. İllaki Ayet ve Hadisten uzak yazacaklarsa o zaman, Ayet ve Hadisin karşı çıkmadığı bir konuyu dile getirmelidirler. Allah’ın yasakladığı çizgileri aşmak, yeni mecralarda at koşturmak Müslüman’ın işi değildir. İşte bu durum günümüzde çoğu zaman bir dezavantaja dönüşüyor. Yazılarınızda dini bir kaygı varsa -ki olmalı her Müslüman için- dile getirdiğiniz konu haliyle birilerini rahatsız edecektir. Anlattıklarınızdan rahatsızlık duyanlar çıkacak, hatta karşınıza dikilip bağırıp çağıracak olanlar bile olacaktır. Ortalığı velveleye verecek, sizi bir kaşık suda boğmaya çalışacaklardır.
B.E-Böyle kimseler ile karşılaştınız mı hiç?
N.G-Karşılaşmak mı dediniz? Yazdıklarınızın ayet ve hadis ile irtibatlı olduğunu sadece okuyanlar değil, hissedenler de yakamı hiç bırakmadılar. Bu gibi kişiler ile çok pençeleştim. Hala da pençeleşiyorum. Bu tip kişilerin karşımda seslerini yükseltiyor olmaları bana bambaşka bir güç, bambaşka bir kuvvet veriyor.
Yapılan her itiraz yeni bir mücadele için bilgisayarın başına bambaşka bir duyguyla, bambaşka bir aşkla oturmama sebep oluyor.
Özellikle ayet ve hadise yapılan her itiraz, yüzeysel olarak anlattığım konu hakkında şimdiye kadar düşünemediğim derin fikirlerin doğmasına sebep oluyor.
B.E-Her itirazın size bir getirisinin olduğunu mu düşünüyorsunuz?
N.G-Her itirazın mutlaka bir getirisinin olduğunu söyleyemesem de genel itibariyle bu sorunuza “Evet” diyebilirim. Bu getiriler her zaman benden yana olmayabiliyor.
Bazen yazdıklarım ışığında ya kendisini düzeltiyor yada dile getirilen konuyu benim dışımda başka güvenilir yerlerden de okumasına sebep oluyor.
B.E-O zaman haliyle bu durumdan olumsuz etkilenenler de oluyordur?
N.G-Elbette. Her zaman olumlu gelişmeler olacak diye bir kaide yok. Bazen düzelmemek ve içinde bulunduğu durumu devam ettirebilmek adına yazdıklarınızın üstünü çizerek okumuyor. Doğrularla yüzleşmekten korkuyor kişi. Hatta biraz daha ileri gittiği de olabiliyor tabi.
Yazdıklarınızın yanlışlığını dile getirmekle kalmıyor, söz konusu konunun günümüzde uygulanmasının mümkün olmadığını da dile getirmenin gayretine girişiyor bu sefer.
B.E-Şimdiye kadar anlattıklarınızı toparlamak isterseniz bir cümle ile ne söylersiniz?
N.G-Kendisini cennetin ortasında görmek isteyen bu güruh, dini hedef almadan sizi hedef almaya girişebiliyor. Bunu yapabilmek için de bulunduğu durumun gayet iyi olduğunu ve yaptıklarının dini olduğunu savunmaya kalkışıyor. Kendisini dinin tam merkezinde olduğunu hissedenler açısından yazılarınız rahatsız edici oluyorsa doğru yoldasınız demektir.
B.E-Her yazarın bir hedef kitlesi vardır. Peki sizin hedef kitleniz kimler? Kimler için yazıyorsunuz?
N.G-Öncelikli hedef kitlem elbette ki Müslümanlardır. Çünkü ben Müslümanım.
Nasıl ki bir Yahudi'nin birinci hedef kitlesi Yahudiler ise, nasıl ki bir Hıristiyan'ın birinci hedef kitlesi Hıristiyanlar ise benim de birinci hedef kitlem elbette Müslümanlar olacaktır/olmalıdır.
Müslümanlara ulaşmak, kendileriyle dertleşmek, sorunlarına çözüm üretmek istiyorum. Bunun için yanlış yazmaktan, yanlış yapmaktan, yanlışı savunmaktan ve yanlışı önermekten korktuğum kadar hiçbir şeyden korkmuyorum. Yazı yazarken parmaklarımın bu konuyla alakalı olarak titrediğine defaeten şahit olmuşumdur.
Dini bir düşünceye sahibim ve bu yüzden çekincelerim var. Hatta korkularım bulunmuyor değil. Bu yüzden bir Yahudi’ye, bir Hıristiyan'a anlatmaktan önce Müslüman’a anlatmayı yeğliyorum.
Müslümanları hedef kitle olarak seçmem ve bir şeyler anlatmayı bir görev görüyorum. Çünkü Müslümanların derdi benim derdimdir. Kederleri benim kederimdir. Sıkıntıları benim sıkıntılarımdır. Bunu bu şekilde kabul ediyor ve inanıyorum. Bütün bu kabullerden sonra kardeşlerimin dertleriyle dertlenmek ve bunu dile getirmeyi kendime bir görev addetmek istiyorum.
B.E-Müslümanların dertlerini ve kederlerini dile getiriyorsunuz. Daha önce yazdığınız birkaç yazınızda dile getirdiğiniz gibi Müslümanların ayet ve hadisleri okumadığından bahsediyorsunuz. Bu doğru mu?
N.G-Daha önce bir çok platformda dile getirdim. Yazdım, çizdim ve hala da yazıyorum. Müslümanım diyenlerin okudukları çok şey var ama okumadıkları bir tek şey var. Okumadıkları, ilgilenmedikleri ve alakadar olmadıkları yegane şey kendi dinleri.
Evet Müslümanlar her şeyi okuyorlar, öğreniyorlar. Her olayın sebep ve sonucunu irdeliyorlar ama sıra kendi dinlerine gelince Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle “Yerlerinde çakılıp kalıyorlar.” (Bakara/17) Nedense dinlerini okumaya sıra gelmiyor bir türlü.
Gençlerin ellerinde ismi ve sanı duyulmamış nice kitaplar dolaşıyor. Her türlü fikri empoze etmeye matuf bu kitaplar okunuyor.
Tabi eğitim sistemimiz bu türden kitapları tavsiye de ediyor. Bunlar elden ele dolaşıyor. Eğitim sistemi içinde kitap tavsiye eden bir kesimin bazı kaygılarının var olduğunu düşünüyorum. Bu kaygıyla hareket edenler gençliğin elinden dini kitapları ve yazıları ayıklıyorlar. Dinden, imandan ve peygamberden ayıklanan kitapların listesi uzayıp gidiyor piyasada. İçeriğini Hristiyan alemin doldurduğu kitaplarla büyüyen gençlik zaman ilerledikçe kendi dinlerini okumaya direnir duruma geliyorlar. Kendilerinin bileceği bir iş elbet. Ama dindar olduklarını, isimlerinin Müslüman olduğunu, Müslüman bir toplumda yaşadıklarını söylemeseler çok fazla üzülmeyeceğim. Böyle bir söyleme çok üzülüyorum. Hem dini simgeleri ifade eden isimlerini ileri sürmekten geri kalmazlar hem de dinlerini okumaya ve öğrenmeye yanaşmazlar.
Son dönemlerde köprünün altından sanırım çok su aktı. İliklerine kadar büyük bir ikilem yaşıyor Müslümanlar.
B.E-Nasıl bir ikilem bu? Biraz açar mısınız?
N.G-Yaklaşık bir asırdır girdaba kapıldılar. Ağırlıkları kalmadı. Suyun üstündeki ağırlığı olmayan çer çöpe döndüler. Akan su ağırlıkları olmayan bu Müslümanları doğru istikamet hariç her yöne savurdu.
Şunu rahatlıkla söyleyebilirim, Müslümanın ağırlığı dinini bilme oranı kadardır. Ne karar biliyorsanız o kadar ağırsınız.
Haftalık okuma liste yapan bir çok kişi biliyorum. Bu kişiler okunacaklar listesinden dinini çıkardıkları için ağırlıkları zayıfladı hatta hiçbir ağırlıkları kalmadı da diyebilirim.
Müslümanım diyenlerin Müslüman olup olmadıklarını içten içe mukayese ettikleri ve çekişmeye giriştikleri bir ikilem bu. Ya dinlerini öğrenip sahiplenecekler ya da dinlerine sırt dönüp her şeyden vazgeçecekler. Ne yazık ki ikinci şıkkı tercih ettiler. Dinlerini sahiplenmekten vazgeçtiler ama vazgeçmedikleri bir unsur daha vardı. O da isimleri… Keşke dinlerinden vazgeçtikleri gibi isimlerinden de vazgeçebilselerdi.
B.E-İsimlerinden de vazgeçmiş olsalardı Müslümanlar sonuç farklı mı olurdu?
B.E-Elbette! Şimdi bambaşka şeyler konuşuyor, bambaşka şeyler tartışıyor, bambaşka mekanlarda bulunuyor olurduk.
Dini hançerleyen kişiler de, dinden yakından veya uzaktan ilgi ve alakası olmayan kişiler de kendilerini dindar addedebiliyor bu ortamda. Dinden geçinmenin derdine düştüklerini de söyleyebilirim.
B.E-Nasıl yani? Dinden geçinmek nasıl bir şey?
N.G-Din ile alakası olmadığı halde dindar geçinmektir. Dini vecibeleri yerine getirmeden dindar olduğunu söylemektir. Hiçbir ayeti okumadığı, hiçbir hadisi bilmediği, hiçbir peygamberi tanımadığı halde kendi hayatına bakmadan muhatabını dinden ferağat etmekle suçlayabiliyor. Alış verişinde dini hiçbir kuralı dikkate almayan böylesi adamlar; bakıyorsunuz Allah adına yemin billah çekiyor.
İşte bu nokta-i nazardan baktığımız zaman okuyucu kitlemiz her ne kadar Müslüman olsa da okuduklarının İslami olmasına dikkat etmediği gibi pek istemiyor da. Dini içerikli okumalarını içine sindiremiyor dersek daha doğru söylemiş oluruz.
Yiyecek konusunda abur cubur yiyenlere iyi gözle bakılmaz toplumumuzda.
Dini bir kaygı taşımayan hatta dini hedef almış yazıları okumada herhangi bir kaygı taşımayanlar yazdıklarımla araları pek iyi olmaz.
Bu insanların okuma konusunda önlerine konulan her yemeği yemek mecburiyeti varmış gibi davranıyorlar. Ama anlamadığım/anlayamadığım şu; asıl yemeğe itirazları niye hala devam ediyor?
B.E-Sizin dini konuları irdeliyor olmanız okuyucu sayısını etkiliyor mu peki?
N.G-Etkilemez mi? Yüzlerce baskı yapan kitapların içeriğine bakıyorum. Çoğu zaman okurken yüzüm kızarıyor, renkten renge giriyorum.
Bütün konular ve kurgular üç harften müteşekkil bir kelimeden ibaret. Aşktan ve meşkten başka bir şey yok içinde. Değil dini bir kaygı, içinde insanlık adına bir kaygıları dahi yok. Her türlü müstehcenliği sanat adı altında yutturmaya çalışıyorlar gençlerimize/insanlarımıza.
Bizler bu tehlikenin farkında değiliz, gençlik nasıl farkında olsun? Eskiden beri sanat ile ilgili farklı şekillerde ifade edilen bir durum vardı. Ben bu duruma “Sanata tapma.” diyorum.
Evet, insanlarımız, adına; “Siz ne derseniz deyin” sanata tapıyorlar. Bu konuları yazanlar da çizenler de okuyucuya tapıyor. Belki okuyucu bu konuyu bilmiyordur. Okuyucuyu bu konuda bir yere kadar mazur görebilirim. Ya topluma yol göstermesi gereken yazarlara ve çizerlere ne diyeceğiz?
Bu nokta-i nazardan baktığımız zaman bilenlerin, yazar ve çizerlerin sorumluluğunun daha fazla olması gerektiğine inanıyorum.
B.E-Her konuda olduğu gibi bu konuda da yazarların sorumluğu daha fazla olduğunu mu iddia ediyorsunuz?
N.G-Evet! Bilmek bir yüktür. Ağırlıktır. Sorumluluktur.
Yazdığınız bir yanlıştan etkilenerek yönünü değiştiren bir vatandaşın sorumluluğunu “Sanat” diyerek omuzlarınızdan atamazsınız. Sanat dağının eteklerinde saklanamazsınız. Sanatla temize çıkamayacağınız gibi aklanıp paklanamazsınız da.
Bu konuda yanlış yapanlar sorumlu olduğu kadar yanlışa çağıranlar da en az onlar kadar sorumlu değil midir?
Okuyucunun ne istediği bir yazar için önemli oluyor da Allah’ın ne dediği, peygamberin ne istediği, kitabın önerileri önemli olmaz mı? Bu konuda sık eleyip ince dokumak gerekmez mi?
N.E-Yazar kadrosunun okuyucuya taptığını mı iddia ediyorsunuz?
N.G-Çok okunuyor olmak, çok doğru şeyleri yazdığınız anlamına gelmez. Olayı bu yönüyle değerlendirdiğimiz zaman okuyucu sayısının azlığına veya çokluğuna takılmanın doğru olmadığına inanıyorum. Yazdıklarımı kaç kişinin okuduğu beni pek fazla ilgilendirmiyor. Evvela ortaya çıkardığınız eser, Allah’a hesap versin bakalım. Yarın öbür gün öldükten sonra yazdıklarımızın Allah’ın huzuruna çıkmayacağını kim iddia edebilir?
Hani Allah; “Her şeyden hesaba çekileceksiniz.” diyor ya ayeti kerimede? Yaptıklarımızın hesabı sorulacağı gibi yapmadıklarımızın da hesabı sorulacak bizden. Özellikle yazdıklarımız yani yaptıklarımız amellerimizdir bizim. Amellerimizin temiz olması gerekir.
Ben de sormak istiyorum; Allah’ın huzurunda hesabını veremeyeceğim, yüzümün kızarmasına sebebiyet verecek bir yazıyı ne diye kaleme alayım?
Madem dünya hayatı geçici bir hayat. O halde benim için asıl önemli olan öbür hayat, yani ahiret. Dünya hayatı iyi-kötü bir şekilde geçiyor. Erimekte olan bir buz kalıbı gibi her an kayıp gidiyor elimizden.
B.E-Bir tek kaynağınız var anlaşılan. Yazılarınızın dini olmasına dikkat ediyorsunuz. Bu doğru mu?
N.G-Evet! Dini bir içeriğe sahip olmayan yazıların beni ilgilendirmediğini rahatlıkla söyleyebilirim. Yazdıklarımın içeriğinden hesaba çekileceğim. Bunda kuşku yok. O halde okuyucudan önce bana faydası dokunmayacak yazılar ne diye kaleme alayım? Bana ne bundan? Buradan baktığım zaman kimin ne yazdığı beni ilgilendirmiyor. Bu konuya takılmıyorum da. Nasıl olsa yazdıklarının hesabını kendisi verecek.
B.E-Dini konularda yazılan ytazılara rağbete etmeyen bir toplumda yaşıyoruz. Bu gözle baktığımızda yazdıklarınızla toplumdan kopuk olduğunuzu söyleyebilir miyim?
N.G-Hayır! Burada tam tersi bir durum söz konusu. Yazılarımın ana konusu toplum.
Daha önce “Her yazarın bir efsanesi vardır.” demiştik ya! İşte benim de bir efsanem var. Zaten efsane olmadan yazamazsınız.
Benim efsanem de toplumdur. Toplumdan doyasıya faydalanıyorum. Herkesin yaptığı ama benim hiç yapmadığım şey şu; Topluma, toplumun gözüyle bakmıyorum. Bilakis topluma iri ve diri bir gözle bakan kişi benim. Benim için olmazsa olmazımdır toplum.
B.R-O zaman hep toplumun içinde yaşıyorsunuz demektir. Toplumdan ayrı yaşadığınız oldu mu hiç?
N.G-Evet toplumun içindeyim. Toplumun içinde kalmaya da devam edeceğim. Ama birkaç gün evden dışarıya çıkamadığım oluyor tabi. Çevreden ve toplumdan uzaklaşıyorum o sıralar. Eve kapanıyorum.
Toplumdan aldığım ve kafamda şekillendirdiğim projeleri kağıda dökmenin gayretine girişiyorum. Bir süre sonra tıkanıyorum. Elim ayağım birbirine dolanıyor. Yazacak kelime, düzecek cümle, derleyecek bir konu bulamıyorum o zaman.
Toplum ile iç içe yaşamanın kadr-u kıymetini o zaman daha iyi hissediyor ve daha iyi anlıyorum.
B.E-Eve kapandığınız zamanlarda malzeme bulmakta zorlanıyorsunuz. Malzeme bulmanız için illaki dışarı çıkmanız mı gerekiyor? Hani toplumun gidişatı iyi değildi?
N.G-Evet! Dışarı çıkmadan yazamıyorum. Ayrılamıyorum “Efsanem”den. Uzaklaşamıyorum toplumdan. Soyutlayamıyorum kendimi. Toplum olmadan herhangi bir konuyu şekillendiremiyorum kafamda.
Bazı şeyler dışarıdan bakıldığında kolay görünebilir kimisine. Bilgisayarın başına geçip yazmak hiç de kolay değil. Klavyenin başına oturup, birkaç cümle karalamak istediğim fakat başarısız kaldığım zamanlar çok olmuştur. Tıkandığım, tuşlara dokunamadığım, sıkıntı yaşadığım, ruhumun yorulduğu ve daraldığım vakitlerde dışarıya çıkmak, dolaşmak, gezmek ve insanlarla hemhal olmak, hasbıhal etmek istiyorum. Çünkü ana malzemem toplumun kendisi. “Efsanem” olmadan benim var olmam, hayatımı sürdürmem bir mana ihtiva etmiyor.
B.E-Siz yazılarınızın ana temasını toplumdan mı alıyorsunuz? Ana kaynağınız toplum mu yani?
N.G-Bu sorunuza hem “evet” hem de “hayır” diye cevap verebilirim.
Toplumdan beslendiğim inkar edilemez bir gerçek. İlhamı onlardan aldığım doğru. Sokaktan ve caddeden aldığım ilhamı salt olarak kağıda dökmek de istemem tabi. Eğer böyle yapacak olsam fotoğraf makinesinden bir farkım kalmaz.
Evvela karşılaştığım olumlu ve olumsuz gelişmeleri çantamda bir güzel yoğururum. Yoğurma işinin kıvamını tabi ben belirliyorum. Herkesin kendisine göre bir süzgeci olduğu gibi benim de bir süzgecim ve ve güzel şekliyle kullanıyorum.
B.E-Sizin süzgeciniz ne? Sadece size ait bir süzgeç mi var? Yoksa bütün yazarların ortak kullandıkları bir süzgeçten mi bahsediyorsunuz?
N.G-Bana ait değil tabi. İsteyen kişinin kullanabileceği bir yaklaşım tarzı bu. İsteyen kişinin kendisine göre şekillendirebileceği ve kullanabileceği bir sistemden bahsediyorum.
Toplumdan aldığım bilgileri bir hamura benzetiyorum. Bu hamuru Kur’an ve Hadis süzgecinden geçiriyorum. Peygamberin terazisinde tartıyorum. Bunu kullanan yazarlar yok değil. Ancak yeterli düzeyde olmadıklarını söylemek istiyorum. Bu yönüyle diğer yazarlardan ayrıldığımı düşünüyorum. Eksik olanı ilave ediyorum. Kur’an ve Hadis süzgecinden geçemeyen kısımları hemen ayıklıyorum oracıkta. Bu ayıklama işi bittiğinde topluma iade ediyorum gördüklerimi ve duyduklarımı. Ama söz konusu bu süzgeci bazı kriterlere bağlı kalarak istediğim şekilde kullanıyorum.
Süzgeçten geçirerek yeniden yoğurduğum ana malzeme sokakta bağıran ve etrafını rahatsız eden biri olabildiği gibi çökmek üzere olan bir duvarın yanından çocuğunun elinden tutarak yürüyen bir baba da olabiliyor. Sabahın erken vakitlerinde tandırı tüttürmüş ekmek yapmak isteyen bir abla da olabiliyor. Akşama kadar sırtında taşıdığı yükün altında ezilen bir abim olabildiği gibi alın teri ile kazandığı ekmeği koltuğunun altında taşıyarak eve dönen bir gariban da olabiliyor. Sabahtan akşama kadar bağırarak kısmetini kazanmaya çalışan bir seyyar satıcı da olabiliyor. Sessiz ve sedasız dükkanının önünde, masumane oturup gelecek kısmetini ve müşterisini bekleyen bir esnaf da olabiliyor.
Kısacası hayatı anlatıyorum ben. Hayatın içinden süzülüüp gelen menbaı aktarıyorum. Hem de yaşanmış olanından. Fırından taze çıkmışçasına…
İnsanların arasında dolaşırken karşılaştığım her durum kulağımda akşama kadar bir çalar saat gibi çınlar durur.
Yürürken bazen kendiliğinden cümleler çıkıverir dudaklarımdan. Not almanın derdine düşerim o zamanlar. Hemen bir köşeye sıvışır kısa kısa notlar alırım unutmamak için.
Bazen unutmamak için istemsiz de olsa kendi kendime mırıldanır dururum.
Almam gerekenleri bulduğum vakit eve kendimi atmaya sabırsızlanır, akşamı zor bulurum. Kilime işlenen nakış gibi işlemek isterim gördüklerimi, duyduklarımı ve şahit olduklarımı.
Sokağıyla, caddesiyle, hayatıyla, yaşamıyla, toprağıyla bireyin görünen ruh halini ilmik ilmik işlerim kağıda. Nakışçı titizliğiyle çalışırım kilim üzerinde. Ha unutmadan şunu da ilave edeyim.
Hayatı işlerken “Modernizme” kurban giden değerlerimizi, bizi biz yapan geleneklerimizi unutmuyorum, unutmak da istemiyorum.
Asla es geçmem bizi biz yapan bu ana unsurları. En çok dikkat ettiğim noktaların başında da bu gelir. Bizi geçmişimizden koparan, tüm benliğimizle sarp yokuşlarda savuran ve farklı kulvarlarda at koşturmaya sebep olan şu “Modernizm” denilen çılgınlık akımının yol açtığı garabeti dile getirmeye gayret gösteriyorum.
B.E-Siz toplumu her yönüyle anlatıyorsunuz o zaman?
N.G-Kendimi niye anlatayım ki. Ben zaten ortadayım. Anlatmaya gerek de yok. Yazdıklarım toplumun yaptıklarıdır.
Yanlış anlaşılmasına yer vermemek için toplumun yaptıklarını yapmadığımı altını çizerek söylemek istiyorum. Böylesi bir durumda beni ilgilendiren tek şey kendim oluyorum.
Bu arada vurgulamak istediğim bir şey daha var; Merhametli bir kişiliğe sahibim. Ama bu konuda çok titiz ve gaddar davranıyorum. Acımasızca da eleştiriyorum ulu orta gerçekleşenleri. Karşı çıkıyorum sokakta ve caddede cereyan edenlere… Bağırıyorum, çağırıyorum ters giden müşteri esnaf ilişkilerine… Alış verişte ana ekseninden uzaklaşan esnafımızın hal-i pür melaline isyan bayrağımı açıyorum.
İsim asla vermem. Burada yine Kur’an-ı Kerim’in anlatımını esas alırım. Satır aralarında “Lakap” kullanırım, isme başvurmam asla. Peygamberin bu konuya yaklaşımı ışık tutar yazılarıma/satırlarıma. “Birilerine ne oluyor.” diye başlardı Efendimiz eleştirmek istediği hal ve hareketi. Peygamber efendimiz yapmışsa ben niye yapmayayım?
Ama bu arada şunu da vurgulamak istiyorum: Yanlışın kimden geldiğine asla odaklanmıyorum. Bir yerlere sesimi duyurmak için tabiri caiz ise didiniyorum, yırtınıyorum. Tabi bu arada kendime ait, vazgeçemediğim doğruları asla bırakmıyorum orta yerde.
Topluma bakıyorum, kendimi değerlendiriyorum. Toplum, olayları daha iyi ve daha doğru değerlendirebilmem için benim aynam oluyor. Aynanın önünde uzun süre oturuyorum. Bazen yüksek bir yerde, bazen de kalabalık bir parkta kendimi seyre dalıyorum.
Toplumla beraber yürüyorum ama aynı adımlara sahip olduğumuz söylenemez. Attığımız adımlar aynı yöne yönelmedi son dönemlerde. Fakat her gün bir şeylerin değiştiği cadde ve sokakta yürümekten de asla vazgeçmedim.
B.E-Yazdıklarınızı günlük hayatın içinde cereyan eden hadiselerden alıyorsunuz. Bu doğru mu?
N.G-Ben mi yön gösteriyorum topluma. Yoksa onlar mı bana yön veriyorlar? Yumurtayı hangi köşesinden kırmak gerekir sorusuna benzer bu. Muamma gibi görünebilir bir durum. Aslına bakarsanız çok net.
Karmaşık bir durum yok ortada. Bakış açısına göre değişiklik arz ediyor sadece. Topluma bakarak kendimi yazıyorum. Ama yazdıklarım hep toplumda görmek istediklerim oluyor. Toplum ile hemdem olmak için çabalıyorum. Kendime ait vazgeçemeyeceğim doğrularımı asla bırakmam bir tarafa. Doğrularımın peşinden gidiyorum. Taviz vermek de istemem bu doğrularımdan.
Birçok kişinin göz ardı ettiği bir durum daha var aslında. Ulu orta sergilenen yanlışlara; “Kulak tıkamalar.” alabildiğine devam ediyor. Duymuyor ve görmüyorlar meydandaki gelişmeleri. Belki de duymak ve görmek de istemiyorlar. Ya “Vurdum duymaz olmak” işlerine geliyordur ya da anlatmaktan çekiniyorlardır hakkı ve hakikati. Ama bu duymak ve görmek istemedikleri halkın arasında cereyan etmekte olan yanlışlar bir gün alev topuna dönüşürse....
Bu sorunlar alev topuna dönüşerek ayaklarının dibine düştüğü zaman onlar ne yapacaklar? O zaman bağırmaya, feryad-u figan ortalıkta dolaşmaya, ah vah ederek ortalıkta dolaşmaya hakları olmaz bence…
Buradan baktığımız zaman yaptıklarıyla yazdıkları uyuşmuyor bir çok kişinin. Bu yüzden ben, kimin yaptığına bakmadan icra edilen yanlışları yüksek perdeden dile getirmeye çalışıyorum. Bunu yaparken kimin ne dediği veya ne diyeceği umurumda değil. İlgilenmiyorum bu gibi şeylerle.
B.E-Anlattıklarınızı özetleyecek olursam; “Toplumun yanlışlarından besleniyorsunuz.” diyebilir miyim?
N.G-Yanlışlardan beslenmek pek doğru bir niteleme değil. Bunu şu şekilde düzeltebilir miyiz?
Doğru olan şu, yazılarımı oluştururken toplumun yanlışlarını dile getirmekten yararlandığım doğrudur.
Bu gözle baktığımız zaman toplumun yanlışlarından beslendiğim söylenebilir.
Toplumda düzeltilecek bir şey kalmadığı zaman kendi adıma söylüyorum –ben bitmişim- demektir.
B.E-Toplumun arasında dolaşırken herhangi bir yanlışla karşılaşmadığınız zaman ne yapıyor, neyi yazıyorsunuz peki?
N.G-Daha önce birkaç sefer başıma geldi böylesi bir durum. Ben, ben olmaktan çıkıyorum bu gibi zamanlarda. Olumsuzluklarla karşılaşmayınca tabiri caiz ise iflas ediyorum. Bir anlamda bitiyorum, tükeniyorum. Güneş karşısında eriyen kara dönüyorum. Ha laf aramızda toplumda cereyan eden yanlışlar ortadan kalksın. Ben; “İflas etmeye razıyım.” o zaman.
B.E-Değerli zamanınızı bizlere ayırdığınız için size müteşekkirim.
N.G-Asıl sesimi bir kez daha sizin vasıtanızla buradan duyurabildiğim için ben müteşekkirim.
B.E-Allah'a emanet olunuz.
N.G-Siz de!
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.