Bilal Dursun Yılmaz
Köşe Yazarı
Bilal Dursun Yılmaz
 

Bizi Kim Kurtarabilir?

Dün öğle arası mesai arkadaşımla sohbet ederken arkadaşım şu cümleyi kurdu: “Atatürk’ü çok özlüyorum. Keşke çıkıp gelse de çok değil, 20 yıl bizi yönetse her şeyi düzeltip gitse…” sohbeti devam ettirip ettirmemekte biraz tereddüt ettikten sonra arkadaşıma ifade ettiğim düşüncelerimi sizlerle de paylaşmak istiyorum.  Arkadaşımın bu özlemine karşılık ona şu cümleyi kurdum: “değil Atatürk, kim gelirse gelsin dediğin şekilde bir düzelmeden, gelişmeden, kalkınmadan söz edemeyiz.” Evet, genelde İslam âlemi özelde ise Türkiye 400 yıldır bir tedenni trendinde gitmektedir. Bu aşağı doğru eğilim bazı zamanlarda yukarı doğru bir hareket göstermişse de uzun vadede aşağı doğru gidiş devam etmiş, hala da etmektedir. Zaman zaman Türk tarihini dinden ayrıştırarak sadece Türklerin töreye dayanan devlet geleneği mevzu bahis yapılsa da hakikatte Talas Savaşı (751) ile başlayan yaklaşık 1300 yıllık bir İslami geçmişe sahibiz. İslamiyet’i kabul etmekle de kalmamışız yaklaşık bin yıldır da İslam’ın dünyaya bayraktarlığını yapmaktayız. Bu gün de dâhil… Türklerin İslamiyet’i kabulüyle başlayan bu bin yıl ortalama şeklinde dönemlere taksim edildiğinde üç yüz yıl terakki, üç yüz yıl rölanti, dört yüz yıldır da tedenni dönemindeyiz denilebilir. Elbette köşe yazısını tarih dersine sokacak değilim lakin tarihe bakıldığında fazlaca genellenmiş bir bilgi de olsa ortalama durum böyledir… Fütuhatların devam etmesi bu mantıki yaklaşımı değiştirmemektedir. Henüz Türklerin İslam’la müşerref olmadığı, içinde asrısaadetinde olduğu ilahi dönem istisna tutulmuş, kâbil-i kıyas yapılmamıştır. Buna mukabil aynı dönemi yaşadığımız Avrupa’nın bin yılı da bizim tam tersimiz gibidir denilebilir. Yani onların da ilk üç yüz yılı tedenni, sonraki üç yüz yılı tedenninin dibi, son dört yüz yıl da geri doğru bir terakki dönemi olarak kabul edilebilir. Avrupa’nın bir asrısaadetinden bahsedemesek de İslam mütefekkirlerini de etkisi altına almış Aristo ve Sokrat’a dayanan klasik düşünce sisteminden bahsedebiliriz.  Peki, ne oldu da Orta Çağda insanlara gülmeyi yasaklayan, düşünmeyi engelleyen Skolastik Dönem kırılarak Avrupa’da bir terakki (yükselmek-ileri gitmek) dönemi zuhur etti? Evet, geçtiğimiz aylarda büyük bir yangın faciasıyla adını tekrar dünya gündemine getiren Notre Dame Katedrali gibi Avrupa’da nice hayranlık uyandıran görkemli dini yapılar aslında nasıl bir trajedinin üstüne inşa edildiği tarihçe malumdur. Bugün farklı şekilde pazarlansa da… Papazların cenneti parsel parsel sattığı o tahakküm dönemlerinde inşa edilen bu yapılar bugün aslında Avrupa’nın karanlık tarihinin de hafızasıdır. Avrupa; Rönesans ve Reform hareketleriyle Hristiyan dininin mensuplarınca da safiliğini kaybedip, bozulmuş bir dinin tahakkümünden kurtulup her sahada bir kalkınma harekâtı başlatmıştır. Aynı tarihlerde İslam âlemi ise yozlaşama dönemine girmiş, Avrupa’nın kalkınma usullerini İslam’a uyarlamak isteyenler ve bunu reddedenler şeklinde iki fırkaya ayrılmıştır. Baskın olan taraf ise Avrupa’nın üstünlüğünü kabul edenler olmuş, yaklaşık dört yüz yıldır da kıblemiz Batı olmuştur. Şöyle diyelim; kendilerinin sahip çıkmadığı Aristo’dan da etkilenen Müslüman ilim adamları İbn-i Rüşt’ler, İbn-i Sina'lar, Farabi’ler vs. karanlık Avrupa’yı yüz yıllarca aydınlatmışken son dört yüz yıldır biz Avrupa’nın ışığından medet ummaya çalışıyoruz. Peki, bir netice aldık mı? dönemsel olarak kısa vade de buna evet diyebilsek de uzun vade de hayır. Bugün Avrupa’nın dışında Asya’nın kadim kültürleri Çin, Japonya ve Hindistan gibi devlet ve milletlerle birlikte son üçüyüz yılda ortaya çıkan ABD gibi emperyalist bir toplama bir kültürden de bu mevzuda bahsedilebilir.  Asıl soru şu: Avrupa düşünce tarihinin temellerini oluşturan Aristo ve talebelerinin fikirlerini Avrupalılara yeniden keşfettirip onları terakkiye sevk eden Müslüman mütefekkirler kendi mensubu oldukları ve Müslümanlara asrısaadeti yaşatan bir dine sahip olmalarına rağmen neden dört yüz yıldır baş aşağı gidiyorlar, bu aşağı gidişe niçin mani olunamıyor?  Kısa cevabı şu: Avrupa, kendi mensuplarının da tasdik ettiği bozulmuş bir dini terk ederek, eski klasik felsefesine geri dönüp terakki etmeye başladı. Müslümanlar ise insanı diri diri gömen bir vahşilikten asrısaadete çıkaran bir dinden vaz geçmeseler de onda lakaytlık gösterip yozlaştıkları nispette uzun vade de hep aşağı doğru gittiler. Kişilere ve belli dönemlere indirgenen kısmı terakkiler ise umumi tedenniyi önleyememiştir. Yani son dört yüz yılda İslam âlemi içinde bazı kişiler döneminde bazı dönemler çöldeki vaha gibi olsa da İslam âlemi genel olarak çoraklaşmıştır.  Başa dönersek arkadaşım “Atatürk yirmi yılda bizi düze çıkartsa” dediğinde ona “kardeşim kısaca tarihe baksan bu tarihin içinde Atatürk’ü de göreceksin” dedim. O da “abi kıyaslayamasın o, küllerinden bir devlet doğurdu” dedi. Ona şunu dedim; Almanya hem 1. Dünya Savaşının hem de 2. Dünya Savaşının en büyük kaybeden devletidir. Malum tarihçe 1. Dünya Savaşında Almanya, Avusturya ve Osmanlıyla birlikte diğer Avrupa devletlerine karşı savaşmış, savaşta Osmanlının iki katı, bir milyonun üzerinde asker kaybetmiş, 2. Dünya Savaşında da aynı Almanya yine en büyük savaş kaybeden devlet olmuştur. Bugün aynı Almanya İngiltere’nin rakibi, Avrupa’nın en güçlü devletidir. Yani bizim 2. Dünya Savaşında bizzat yer almamış olmamıza rağmen Almanya’nın iki kere kül olup yeniden dünyanın en güçlü devletlerinden biri olması nasıl açıklanmalı? Ya da Japonya 2. Dünya Savaşının en büyük kaybeden ikinci devleti, bugün ise dünyanın süper gücü biz ise savaşa girmedik ama her sahada bu devletlerinin gerisindeyiz… Bu arada pek çoğumuzda hayranlık uyandıran Japonların aslında 2. Dünya Savaşında Hitler’in gölgesinde kalan düşmana yaptıkları insanlık tarihi açısından mide kaldıracak cinsten şeyler değildir ki bu durumlar bahsimizden hariçtir… Gelelim Çin’e; Japonlardan çok büyük darbe yemiş, Japonların vahşi kıyımlarından en büyük nasibi (!) Çin almıştır. Endonezya Çin’den sonra Japonlardan en büyük darbeyi yiyen diğer bir devlettir. Bugün Almanya, Japonya, Çin, Endonezya hepsinin gelişmişlik düzeyleri bizimle kıyaslanamayacak kadar ileridir (Müslüman olan Endonezya’yı biraz istisna tutmak gerekiyor). Bir başka devletten de söz edip konuyu bağlayayım. Burun kıvırdığımız İran, Müslüman olmakla yukarıda sözü edilen devletlerden farklı bir konuma sahiptir. Bizden ileri mi geri mi bilmiyorum ama dünya ölçeğinde etki gücüne sahip ülkelerden biri olmakla beraber birbirimize karşı farklı üstünlüklerimizle aynı kategoriye girebileceğimizi düşünüyorum. İran’ı da kadim bir kültüre sahip olduğu için bu örnekleme dâhi ettim.  E o zaman biz nasıl Japonya kadar her sahada güçlü bir devlet olabiliriz? Ya da Çin kadar dünyayı korkutabilir, Almanya kadar çalışma isteği doğurabilir, İngiltere kadar hayaller ülkesi olabiliriz? Yukarıdaki tarihi bağlama dönerek verilen örnekler muvacehesinde çok kısa bir cevap verelim: “Başkası olma kendin ol” teziyle. Yani; biz dört yüz yıldır Avrupa’yı takip etmek yerine Japonya gibi, Çin gibi, İngiltere ve hatta Hindistan gibi kendi töresine, inancına sımsıkı bağlı kalarak bunu yapabiliriz. Biz bugün Almanlar gibi ya da köksüz ABD ya da Rusya gibi dininden tecerrüt ederek teknik akılla onların seviyesine ulaşamayacağımızı tarih bize açıkça gösteriyor. Başkası olmayıp kendimiz olarak Silikon Vadisinden sonraki ikinci büyük bilişim ve teknoloji yatırımlarına sahip olan ineğin kutsallaştırıldığı Hindistan kadar gelişebiliriz. Bizi dün, bugünün medenilerine üstün eyleyen değerlerimize millet olarak şuurla bugün sahip çıkarsak bin yıl önceki gibi yine başarırız. En önemli esas topyekûn bir şuurla bunu irade etmektir. Yoksa bugün dünyanın en süper beynini getirip ülkeye yönetici yapsan ne yazar, taban aynı avam olduğu sürece, zihniyet değişmedikçe yapılacak tüm müdahaleler palyatif düzeyde kalacaktır. Sonuç ölümü geciktirmekten başka bir işe yaramayacaktır. İşin özü; ben, kardeşim, arkadaşım yani biz özümüze dönmedikçe tavandan yapılacak müdahaleler ancak geçici çözümler getirecektir, yüz yıl sonra da bu tartıştığımız mevzuların aynen devam etmesi kaçınılmaz olacaktır.   ***
Ekleme Tarihi: 22 Temmuz 2019 - Pazartesi

Bizi Kim Kurtarabilir?

Dün öğle arası mesai arkadaşımla sohbet ederken arkadaşım şu cümleyi kurdu: “Atatürk’ü çok özlüyorum. Keşke çıkıp gelse de çok değil, 20 yıl bizi yönetse her şeyi düzeltip gitse…” sohbeti devam ettirip ettirmemekte biraz tereddüt ettikten sonra arkadaşıma ifade ettiğim düşüncelerimi sizlerle de paylaşmak istiyorum. 

Arkadaşımın bu özlemine karşılık ona şu cümleyi kurdum: “değil Atatürk, kim gelirse gelsin dediğin şekilde bir düzelmeden, gelişmeden, kalkınmadan söz edemeyiz.” Evet, genelde İslam âlemi özelde ise Türkiye 400 yıldır bir tedenni trendinde gitmektedir. Bu aşağı doğru eğilim bazı zamanlarda yukarı doğru bir hareket göstermişse de uzun vadede aşağı doğru gidiş devam etmiş, hala da etmektedir. Zaman zaman Türk tarihini dinden ayrıştırarak sadece Türklerin töreye dayanan devlet geleneği mevzu bahis yapılsa da hakikatte Talas Savaşı (751) ile başlayan yaklaşık 1300 yıllık bir İslami geçmişe sahibiz. İslamiyet’i kabul etmekle de kalmamışız yaklaşık bin yıldır da İslam’ın dünyaya bayraktarlığını yapmaktayız. Bu gün de dâhil… Türklerin İslamiyet’i kabulüyle başlayan bu bin yıl ortalama şeklinde dönemlere taksim edildiğinde üç yüz yıl terakki, üç yüz yıl rölanti, dört yüz yıldır da tedenni dönemindeyiz denilebilir. Elbette köşe yazısını tarih dersine sokacak değilim lakin tarihe bakıldığında fazlaca genellenmiş bir bilgi de olsa ortalama durum böyledir… Fütuhatların devam etmesi bu mantıki yaklaşımı değiştirmemektedir. Henüz Türklerin İslam’la müşerref olmadığı, içinde asrısaadetinde olduğu ilahi dönem istisna tutulmuş, kâbil-i kıyas yapılmamıştır.

Buna mukabil aynı dönemi yaşadığımız Avrupa’nın bin yılı da bizim tam tersimiz gibidir denilebilir. Yani onların da ilk üç yüz yılı tedenni, sonraki üç yüz yılı tedenninin dibi, son dört yüz yıl da geri doğru bir terakki dönemi olarak kabul edilebilir. Avrupa’nın bir asrısaadetinden bahsedemesek de İslam mütefekkirlerini de etkisi altına almış Aristo ve Sokrat’a dayanan klasik düşünce sisteminden bahsedebiliriz. 

Peki, ne oldu da Orta Çağda insanlara gülmeyi yasaklayan, düşünmeyi engelleyen Skolastik Dönem kırılarak Avrupa’da bir terakki (yükselmek-ileri gitmek) dönemi zuhur etti? Evet, geçtiğimiz aylarda büyük bir yangın faciasıyla adını tekrar dünya gündemine getiren Notre Dame Katedrali gibi Avrupa’da nice hayranlık uyandıran görkemli dini yapılar aslında nasıl bir trajedinin üstüne inşa edildiği tarihçe malumdur. Bugün farklı şekilde pazarlansa da… Papazların cenneti parsel parsel sattığı o tahakküm dönemlerinde inşa edilen bu yapılar bugün aslında Avrupa’nın karanlık tarihinin de hafızasıdır. Avrupa; Rönesans ve Reform hareketleriyle Hristiyan dininin mensuplarınca da safiliğini kaybedip, bozulmuş bir dinin tahakkümünden kurtulup her sahada bir kalkınma harekâtı başlatmıştır. Aynı tarihlerde İslam âlemi ise yozlaşama dönemine girmiş, Avrupa’nın kalkınma usullerini İslam’a uyarlamak isteyenler ve bunu reddedenler şeklinde iki fırkaya ayrılmıştır. Baskın olan taraf ise Avrupa’nın üstünlüğünü kabul edenler olmuş, yaklaşık dört yüz yıldır da kıblemiz Batı olmuştur. Şöyle diyelim; kendilerinin sahip çıkmadığı Aristo’dan da etkilenen Müslüman ilim adamları İbn-i Rüşt’ler, İbn-i Sina'lar, Farabi’ler vs. karanlık Avrupa’yı yüz yıllarca aydınlatmışken son dört yüz yıldır biz Avrupa’nın ışığından medet ummaya çalışıyoruz. Peki, bir netice aldık mı? dönemsel olarak kısa vade de buna evet diyebilsek de uzun vade de hayır.

Bugün Avrupa’nın dışında Asya’nın kadim kültürleri Çin, Japonya ve Hindistan gibi devlet ve milletlerle birlikte son üçüyüz yılda ortaya çıkan ABD gibi emperyalist bir toplama bir kültürden de bu mevzuda bahsedilebilir. 

Asıl soru şu: Avrupa düşünce tarihinin temellerini oluşturan Aristo ve talebelerinin fikirlerini Avrupalılara yeniden keşfettirip onları terakkiye sevk eden Müslüman mütefekkirler kendi mensubu oldukları ve Müslümanlara asrısaadeti yaşatan bir dine sahip olmalarına rağmen neden dört yüz yıldır baş aşağı gidiyorlar, bu aşağı gidişe niçin mani olunamıyor? 

Kısa cevabı şu: Avrupa, kendi mensuplarının da tasdik ettiği bozulmuş bir dini terk ederek, eski klasik felsefesine geri dönüp terakki etmeye başladı. Müslümanlar ise insanı diri diri gömen bir vahşilikten asrısaadete çıkaran bir dinden vaz geçmeseler de onda lakaytlık gösterip yozlaştıkları nispette uzun vade de hep aşağı doğru gittiler. Kişilere ve belli dönemlere indirgenen kısmı terakkiler ise umumi tedenniyi önleyememiştir. Yani son dört yüz yılda İslam âlemi içinde bazı kişiler döneminde bazı dönemler çöldeki vaha gibi olsa da İslam âlemi genel olarak çoraklaşmıştır. 

Başa dönersek arkadaşım “Atatürk yirmi yılda bizi düze çıkartsa” dediğinde ona “kardeşim kısaca tarihe baksan bu tarihin içinde Atatürk’ü de göreceksin” dedim. O da “abi kıyaslayamasın o, küllerinden bir devlet doğurdu” dedi. Ona şunu dedim; Almanya hem 1. Dünya Savaşının hem de 2. Dünya Savaşının en büyük kaybeden devletidir. Malum tarihçe 1. Dünya Savaşında Almanya, Avusturya ve Osmanlıyla birlikte diğer Avrupa devletlerine karşı savaşmış, savaşta Osmanlının iki katı, bir milyonun üzerinde asker kaybetmiş, 2. Dünya Savaşında da aynı Almanya yine en büyük savaş kaybeden devlet olmuştur. Bugün aynı Almanya İngiltere’nin rakibi, Avrupa’nın en güçlü devletidir. Yani bizim 2. Dünya Savaşında bizzat yer almamış olmamıza rağmen Almanya’nın iki kere kül olup yeniden dünyanın en güçlü devletlerinden biri olması nasıl açıklanmalı? Ya da Japonya 2. Dünya Savaşının en büyük kaybeden ikinci devleti, bugün ise dünyanın süper gücü biz ise savaşa girmedik ama her sahada bu devletlerinin gerisindeyiz…

Bu arada pek çoğumuzda hayranlık uyandıran Japonların aslında 2. Dünya Savaşında Hitler’in gölgesinde kalan düşmana yaptıkları insanlık tarihi açısından mide kaldıracak cinsten şeyler değildir ki bu durumlar bahsimizden hariçtir… Gelelim Çin’e; Japonlardan çok büyük darbe yemiş, Japonların vahşi kıyımlarından en büyük nasibi (!) Çin almıştır. Endonezya Çin’den sonra Japonlardan en büyük darbeyi yiyen diğer bir devlettir.

Bugün Almanya, Japonya, Çin, Endonezya hepsinin gelişmişlik düzeyleri bizimle kıyaslanamayacak kadar ileridir (Müslüman olan Endonezya’yı biraz istisna tutmak gerekiyor). Bir başka devletten de söz edip konuyu bağlayayım. Burun kıvırdığımız İran, Müslüman olmakla yukarıda sözü edilen devletlerden farklı bir konuma sahiptir. Bizden ileri mi geri mi bilmiyorum ama dünya ölçeğinde etki gücüne sahip ülkelerden biri olmakla beraber birbirimize karşı farklı üstünlüklerimizle aynı kategoriye girebileceğimizi düşünüyorum. İran’ı da kadim bir kültüre sahip olduğu için bu örnekleme dâhi ettim. 

E o zaman biz nasıl Japonya kadar her sahada güçlü bir devlet olabiliriz? Ya da Çin kadar dünyayı korkutabilir, Almanya kadar çalışma isteği doğurabilir, İngiltere kadar hayaller ülkesi olabiliriz?

Yukarıdaki tarihi bağlama dönerek verilen örnekler muvacehesinde çok kısa bir cevap verelim: “Başkası olma kendin ol” teziyle.

Yani; biz dört yüz yıldır Avrupa’yı takip etmek yerine Japonya gibi, Çin gibi, İngiltere ve hatta Hindistan gibi kendi töresine, inancına sımsıkı bağlı kalarak bunu yapabiliriz. Biz bugün Almanlar gibi ya da köksüz ABD ya da Rusya gibi dininden tecerrüt ederek teknik akılla onların seviyesine ulaşamayacağımızı tarih bize açıkça gösteriyor. Başkası olmayıp kendimiz olarak Silikon Vadisinden sonraki ikinci büyük bilişim ve teknoloji yatırımlarına sahip olan ineğin kutsallaştırıldığı Hindistan kadar gelişebiliriz. Bizi dün, bugünün medenilerine üstün eyleyen değerlerimize millet olarak şuurla bugün sahip çıkarsak bin yıl önceki gibi yine başarırız. En önemli esas topyekûn bir şuurla bunu irade etmektir. Yoksa bugün dünyanın en süper beynini getirip ülkeye yönetici yapsan ne yazar, taban aynı avam olduğu sürece, zihniyet değişmedikçe yapılacak tüm müdahaleler palyatif düzeyde kalacaktır. Sonuç ölümü geciktirmekten başka bir işe yaramayacaktır. İşin özü; ben, kardeşim, arkadaşım yani biz özümüze dönmedikçe tavandan yapılacak müdahaleler ancak geçici çözümler getirecektir, yüz yıl sonra da bu tartıştığımız mevzuların aynen devam etmesi kaçınılmaz olacaktır.  

***

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve habergundemim.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.