Amerikanya düzmece 11 Eylül tezgahından sonra, dağılan Kominist blok sonrası kendi güdümündeki Nato'suna yeni bir düşman aramaya koyuldu. Hedefe'de çantada keklik olarak İslam dünyasını seçti. Afganistan'ı seçti ilk kurban olarak. Orayı İslami Cihad adı altında terörize yapı oluşturma merkezi edindi. Dünya organik uyuşturucu imalat sektörü olarak belirledi. Buradan da bütün İslam coğrafyasına terör ihracatına başladı. Amerikanya siyasal sinemasının bu yeni filminde kötü adam Müslüman kimliğindeydi. İyi adam Kovboy Sam acilen bölgeye demokrasi götürmeliydi. Kısa geçiyorum filmin bu hikayesini.
Irak platosunda filmin diğer sahneleri çekilmeye başlandı.
Hah şimdi size Türk basınında ilk kez duyacağınız şeyi ilk kez ben söyleyeceğim.
Filmin Türkiye versiyonunda afişlerde Baba Bush ile Tonton Özal' ı görürüz.
Amerikanya Irak'ı fiilen işgal etmiştir. Sonrasında bizim Tonton bu işgale yardım ve yataklıktan Father Bush'tan ulufe beklemektedir. 1 koyup 3 almanın derdindeyizdir. Hoş 3'ün 1'ini alırız. Pazarlık için Tonton Amerikanya'ya gider. Bush için 3 teklifi vardır. (Dönemin Sabah gazetesinin manşetlerinde bu haberi bulabiilirsiniz.)
-Tekstil kotaları kaldırılsın
-Çelik meselesi
-Hatırı sayılır savaş tazminatı (ki Mısır 7 milyar dolar almıştıor tazminat olarak. Bize de 300 milyon dolar teklif edilmiştir.)
Gazeteci sorar Tonton'a; "Peki Amerikanya yönetimi tekliflerinizi kabul etmezse B planınız var mı?"
Evvvvet! Buraya dikkat sayın seyirciler!
"Ben de İstanbul'daki sinemalara %50 yerli film gösterme zorunluluğu getiririm."
Cevap nasıl ama?
Sinemanın kültürel-stratejik-ekonomik-sosyolojik önemini anlatmak için tarih size nasıl bir cevap hazırlasın daha?
Ki daha önce de benzer bir olay yaşamıştın da ey halkım yine görmezden-duymazdan gelmiştin hakikati.
Kennedy daha başkanlığının ilk günlerinde bizimle sürtüşmeye başladığında Menderes kendisine Amerikan filmlerine rüsum vergisini artıracakları tehdidiyle cevap vermişti.
Neyse gelelim şimdiki zamanlara...
Sinemanın şu anki durumu nasıl, bir göz gezdirelim.
Yapılan araştırmalar göstermektedir ki Türkiye’de son dönemde gösterime giren sinema filmleri arasında yerli yapımların pazar payının yaklaşık % 50 civarında olduğunu işaret etmektedir.
Yabancı filmler, özellikle de ABD kaynaklı yapımlarla rekabet bağlamında büyük önem arz eden bu konuda, Türkiye, Avrupa ülkeleri arasında birinci sırada yer almakta, dünya sıralamasında ise, ABD, Hindistan, Çin gibi yerli film endüstrileri çok özel konumda olan ülkelerin ardından 6 cı konumda bulunmaktadır. 2010 yılında Türkiye sinema pazarında en çok gişe yapan 5 filmin tümü yerli yapımlardır; ilk 10 film içinde ise yalnızca 2 yabancı yapım vardır; “Inception” (Başlangıç) gibi dünya çapında bir ABD süper yapımı bile bu listede ancak 7ci sırada yer bulmuştur.
Türk filmleri sadece iç pazarda yüksek gişe sağlamamış, aynı zamanda da son yıllarda Berlin, Venedik, Cannes gibi en prestijlileri de dahil birçok uluslararası festivalde ödüllendirilmiştir. Ancak Türkiye’de iç pazarın yarısını oluşturan gişe rakamının büyük ölçüde “en çok gişe yapan” yapımlardan kaynaklanması, yapımdaki çeşitlenmenin gösterim ve izlenmeye yeterince yansımadığına da işaret edelim.
Son beş yılda ulusal ve uluslararası festivallerde birçok ödül alan 30 civarı yapıtın ise toplam gişe sayısı tek bir “popüler” filminkinden azdır. Bu durum, ortalama izleyicinin genelde televizyon estetiğinden beslenen basit kurgulu,
daha çok klişelere dayanan sinema filmlerini tercih ettiği anlamına gelmektedir. Nitekim yüksek gişe başarısı elde etmiş filmlerin oyuncularının büyük ölçüde televizyon yıldızlarından oluşması da bu durumun bir göstergesidir. Bu durum Türkiye’ye özel değildir. Birçok Avrupa ülkesinde bu nedenle filmler “popüler” ve “sanat” filmleri olarak sınıflandırılmakta ve serbest pazar mantığında yeterince
ticari başarı sağlayamayan sanat filmleri ulusal kültür politikaları çerçevesinde desteklenmektedir.
Yapımların gişe başarılarındaki bu dengesizliğin benzeri, gösterim alanında da gözlenmektedir: Çoğunlukla alışveriş merkezlerindeki zincir sinemalar ile bağımsız “cadde” sinemaları arasında eşitsiz bir dağılım söz konusudur: dağıtımcıların gösterim açısından bağımsız sinemaları tercih etmemeleri ya da belli koşullar öne sürmeleri, sıkıntı yaratmakta; “yazın sinemaya gidilmez” mantığından hareketle
izleyicinin kısıtlı bir “sezon”a bağlı kalması vizyon sıkışıklığına neden olmaktadır. (Tüm dünyada dağıtım sektöründe de bir tekelleşme söz konusudur. Onların onaylamadığı filmleriniz salon bulamayabilirler.)
Sinema salon ve koltuk sayısında gözlenen ciddi artışa karşılık, bölgeler ve iller arasında da önemli eşitsizlikler gözlenmektedir: Türkiye’de hâlâ hiç sinema salonu olmayan ya da sadece bir-iki salonu olan iller bulunmaktadır. Bu alanda da, Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, büyük zincirlere karşı orta ve küçük işletmelerin desteklenmeye ihtiyaçları vardır. (Son zamanlarda belediyelerin yaptıkları kültür merkezlerinin salonları isabetli değerlendirilirse milli sinema açısından uygun ortamlar sağlayabilir.)
Öte yandan, son yıllarda yaşanan tüm gelişmelere ve genel kitleye yönelik popüler filmlerin varlığına rağmen, toplumda sinemaya gitme alışkanlığının hâlâ çok düşük düzeyde seyrettiği görülmektedir: Ortalamada Amerikalılar yılda 4,
Fransızlar 3 kez sinemaya giderken, Türkiye’de bu rakam iki yılda 1’dir. Bu durum birçok etkenle bağıntılıdır: Bunların arasında, sinema salon ve koltuk sayılarının coğrafi olarak dengesiz dağılımı, dünya ortalamalarına göre uygun gibi görünmekle birlikte, ülke koşulları açısından hâlâ oldukça yüksek seyreden bilet fiyatları gibi ekonomik etkenlerin yanı sıra, başta kadınlar olmak üzere, belli kesimlerin ev dışında kültürel etkinliklere katılım sorunları gibi sosyolojik nedenler de sayılabilir. Tabi çekilen filmlerin ülke insanının inanç-ahlak gibi reflekslerine uygun olmaması sinemadan uzak durulmasının da etmenlerindendir.
Bu alanda özendirici politikaların ve okullarda, işyerlerinde, mahallelerde, kısacası uygun her ortamda “kesintisiz estetik” eğitimi olarak adlandırabileceğimiz bir kültürel seferberliğin gereği hissedilmektedir.
Sinemaya yeterince sık gitmemesine karşın Türkiye toplumu televizyon dizilerini yoğun biçimde izlemektedir, hatta bu yapımları, yayıncı kanalların “amiral gemisi” konumuna getirmiştir. Dahası, bu diziler başta komşu ülkeler olmak üzere 30’u aşkın ülkeye ihraç edilmektedirler.(Türk insanının geleneksel dokusunun dışında anlatılan hikayeler özellikle Müslüman coğrafya insanlarında Müslüman Türk kimliğine de olumsuz yaklaşımlara sebebiyet vermektedir.) Ancak bu alanda da, son dönem yayın politikalarından kaynaklanan sıkıntılar, sadece film endüstrisi çalışanları tarafından değil, izleyiciler tarafından da yakınma konusu olmakta, her 3 izleyicinin 2’si, süreleri özetleriyle birlikte 2 hatta 3 saatin üzerine çıkan bu yapımların uzunluğundan yakınmaktadır. Televizyon reklam düzenlemeleri gerekçe gösterilerek sürdürülen bu durum, izleyicilerin reklam kuşaklarına ilişkin davranış biçimleri ve değerlendirmeleri ışığında konunun paydaşları tarafından yeniden değerlendirilmeye muhtaç görünmektedir. Zira televizyon reklamları ancak çok küçük oranda bir izleyici kitlesinin ilgisini çekmekte, çoğu kişi reklam
kuşaklarında, başka işlerle meşgul olduğunu, hatta televizyonun olduğu odadan çıktığını belirtmektedir. Bu doğrultuda 2011 yılında yürürlüğe giren yeni RTÜK
kanunu çerçevesindeki düzenlemeler kısmen yararlı olmuştur. Ancak paydaşların birlikte daha da gelişkin çözümler üretme ihtiyacı sürmektedir.
Özellikle dizi filmlerin uluslararası düzlemde gördüğü rağbet, Türkiye’nin dış ticaret potansiyeli kapsamında da ilgi alanı oluşturmuştur. Dizi ve film sektörünün, kendi alanlarında ticari potansiyellerinin yanı sıra “stratejik” olma özelliklerinin de
bu ilgide önemli payı vardır. Bu tür yapımlar aracılığıyla, içeriklerinde yer alan (dekor, kostüm, aksesuar) kimi ürün gruplarının da yurt dışındaki bilinirlikleri, dolayısıyla da
bunlara talep artmıştır: Giyim, ev tekstili, aksesuar, mobilya, otomobil, teknoloji ürünleri, gıda bunlardan bazılarıdır. Filmlerin ve dizilerin bir başka ticari-ekonomik etkisi de turizm alanında olmuştur. Dizilerin çekildikleri mekanlar, şehirler,
yöreler, mahalleler, iç ve dış turizmin gözdesi haline gelmişlerdir. Örneğin, Körfez ülkeleri ya da Orta Doğu’dan İstanbul’u ziyarete gelen turistlerin, kimi zaman tarihi mekanlardan önce “Gümüş” (Noor) dizisinin ana mekanı olan Abut yalısını ziyaret etmeleri, bu mekanın bir anlamda müzeleşmesini ve ziyaretin ticari katkı getirmesini sağlamıştır. İç turizm açısından da, en çarpıcı örnek 2002’de ekranlara gelerek büyük ilgiyle izlenen Asmalı Konak dizisi sayesinde Kapadokya bölgesinde yaşanan yerli turist akınıdır. Onca tarihi ve doğal önemine karşın, Türkiye’de yurttaşların ilgi göstermedikleri bölgenin keşfinin bir dizi sayesinde olduğunu
söylemek pek de yanlış olmayacaktır. Benzeri bir durum Ocak 2011’de yayına başlayan ve Kanuni Sultan Süleyman ile Hürrem Sultan çerçevesinde Osmanlı İmparatorluğu’nun ilgili döneminden esinlenen dizi (Muhteşem Yüzyıl) ile birlikte
Topkapı Sarayı’nda gözlenen Türkiyeli ziyaretçi sayısı artışıdır. Ayrıca, özellikle de bu son örnekle ilgili eklenmesi gereken bir başka olgu da, yine “Muhteşem Yüzyıl” dizisi sonrası dönemin tarihini konu alan kitaplara ya da televizyon kültür-tartışma programlarına olan ilgideki artıştır. Bu durum da, televizyon yayınlarının ve sinemanın yalnızca ticari anlamda değil kültürel anlamda da zenginleştirici niteliğinin anlamlı bir göstergesidir. Diriliş dizisinin etkisiyle 15 Temmuz'da milletin başarılı bir sınavdan geçtiğini unutmayalım. Hatta bu dizinin etkisini kırmak için Türk düşmanı mahfiller Türkiye düşmanı dizilere hazırlanmaktadırlar.
Tüm bu gelişmeler doğrultusunda, T.C. Dış Ticaret’ten sorumlu Devlet Bakanlığı’nın girişimiyle, 2010 yılı itibariyle sinema ve film sektörü, Türkiye’nin ihracat kapsamında desteklenen 24. sektörü ilan edilmiş; bu kapsamda diğer
sektörlere uygulanan desteklerden yararlanmaları için gerekli düzenlemeler başlatılmıştır.
Film endüstrisi alanında, farklı meslek birlikleri ve örgütlerinin talep ve beklentileri birkaç ana başlıkta toplanabilir: Hukuksal/kurumsal düzenlemeler; ekonomik-mali düzenlemeler ve uzun vadede film endüstrilerini besleyecek üretici ve izleyicilerin yetiştirilmesini sağlayacak eğitsel, sosyal, kültürel düzenlemeler.
Bu alanda, belli adımları atmış olan kamu kurum ve kuruluşlarının, en başta da kültür, ekonomi, çalışma ve maliye bakanlıkları ve kurumlarının, sanat üretimine ve ülke tanıtımına destek, fikri haklar, çalışma koşulları, ekonomik-
mali düzenlemeler gibi alanlarda daha somut ve planlı adımları atması en birincil beklentidir. Bu doğrultuda, ulusal film endüstrilerini güçlendirmiş örnek ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’de de özerk bir sinema kurumunun üsteleneceği
koordinasyon doğrultusunda, sinema kültür varlığının korunmasını sağlayacak arşiv çalışmalarından, süreli sektör araştırmalarının gerçekleştirilmesine kadar birçok temel çalışma bu kurum tarafından yapılabilecektir.
Stratejik bir endüstri olan sinema/film alanında bütünsel bir kamu politikasının varlığı ve somut olarak uygulamaya koyulması, günümüz konjonktüründe hem iç dinamikler açısından yarar sağlayacak, hem de uluslararası düzlemde Türkiye’nin yeri ve rolünü güçlendirecektir.
Beyaz Hüzün filmini konuşalım derken, bakın konu nerelere kadar geldi.
Devam edeceğiz.
FEHMİ DEMİRBAĞ