Sosyal paylaşım sitelerinde en çok alıntılanan vurgulardandır, aşağıdaki sıralı maddeler.
Eğer bir çocuk ELEŞTİRİLMİŞSE, kınamayı ve AYIPLAMAYI öğrenir.
Eğer bir çocuk KİN ORTAMINDA büyümüşse, KAVGA etmeyi öğrenir.
Eğer bir çocuk ALAY edilip AŞAĞILANMIŞSA, SIKILIP UTANMAYI öğrenir.
Eğer bir çocuk UTANÇ duygusuyla eğitilmişe,kendini SUÇLAMAYI ögrenir.
Eğer bir çocuk övülmüş ve beğenilmişse,TAKTİR etmeyi öğrenir.
Eğer bir çocuk hakkına saygı gösterilerek büyümüşse, ADİL olmayı öğrenir.
Eğer bir çocuk güven ortamı içinde yetiştirilmişse, İNANÇLI olmayı öğrenir.
Eğer bir çocuk kabul ve onay görmüşse,KENDİNİ SEVMEYİ öğrenir.
Eğer bir çocuk aile içinde dostluk ve arkadaşlık görmüşse,bu dünyada Mutlu olmayı öğrenir.
Yani; duygusal ve ruhsal yapısı sağlıklı olarak inşa olmuş birey akıl, inanç ve sezileriyle kendini geleceğe hazırlayan bir toplumun asil unsurudur.
***
Bir atasözümüz der ki: "Bir adam yedisinde neyse, yetmişinde de odur." Yine Cizvit papazları der ki: "Çocuğunuzu yedi yaşına kadar bize teslim edin; sonrasında sizin olsun." Toplumu, insanlığı ve tarihi geniş bir perspektifte ele alacağımızın mesajlarını algılama sürecindeyiz. Aslında tartışma konusu yaptığımız her meselenin özü, bireyde odaklanmaktadır.
Konumuz; tekil olarak insan! Ki, bir ölçüde tüm 20. Yüzyıl ideolojilerinin açmazı da burada düğümlenmektedir. Herkes toplumu tarif etmeye kalkışmıştır. Toplumun nüvesi olan birey, göz ardı edilmiştir. Çağdaş insanlığın konsensüsü, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi dahi (niyeti öyle olmasına rağmen) yine toplumcu bir yaklaşım ortaya koymaktadır.
Kavganın kökeninde aslında yaradılış, insanın kökeni, inancı veya felsefesi yatmaktadır. Tanrısalcı yaklaşım insanı bir kul olarak ele almakta, ödevler ve sorumluluklar yüklemekte; karşılığında ise dünya ve ahiret kavramlarıyla mutluluk ya da mutsuzluğa (cennet ve
cehenneme) düçar kılmaktadır. Oysa Darwin'e dayalı pozitivist düşüncenin ürünü olan manifestosu insanı sorumsuz kılmaktadır. Tabii bu arada hakim olan 20. Yüzyıl kültürünün kökenine temel teşkil eden Avrupa tarihini tüm açılımlarıyla görmek durumundayız. Örnek, bir Otuz Yıl Savaşları yalnızca Almanya'nın 24 milyon olan nüfusunu 4 milyona indirmiş; (O dönemde Osmanlının başındaki Avcı Mehmet samur peşinde Edirne'nin derelerinde koşuşturmaktadır. Osmanlı'da içler acısı sonuna doğru pupa-yelken yol almaktadır.) Kral, derebeyi, din adamları üçgeninde bir kaos ortamı yaşanmıştır. O kaosun bugüne taşınan intikamı bir özlem uyandırmış, bu ise toplumsalcılığı ön plana çıkarmıştır.
Küçük beyinler kişileri, ortalama beyinler olayları, büyük beyinler ise nedenleri sorgular diyerek başlamak istiyorum yazıma. Yazının başlığı ile içeriği arasında bağlantı kurmak böylelikle kolaylaşacaktır. Allah bizleri belirlenmiş gündemlerin hışmından korusun!
"Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde... Çocuklar varmış gül gibi, çocuklar varmış güzel, çocuklar varmış dünya tatlısı. Öylesine bir enerjiye sahipmiş ki çocuklar, yerlerinde duramazlarmış.
Her şeyi karıştırmak isterlermiş, büyük bir merakla. Ama; anneleri varmış, elleriyle tesis ettiği düzenin bozulmasından hoşlanmayan.
Anneleri varmış, çocuklarının bir anda yetişkin olmalarını bekleyen.
Babalar; ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlü sayarmış kendini yalnızca.
Önceleri evdeki düzeni karıştırırken, anne tarafından meraklarına yasak konan çocuklar; sonraları hem annelerini hem babalarını rahatsız eder olmuşlar. Kafalarını karıştırır, işlerini karıştırır olmuşlar. Ne görseler sorar olmuşlar o sıralar, ne düşünseler sorar olmuşlar. Tam da zamanında gelirmiş akıllarına bir şey sormak. Tam, anne komşuyla pek mühim bir şey konuşurken yada baba tam kestirecekken koltukta, sorular başlarmış birden. Ya "git şurdan" derlermiş çocuğa anne - baba yada hiç alakası olmayan bir yanıt verirlermiş. Dönerlermiş uğraşlarına böylelikle yeniden. Bundan öte, en gerekli zamana gelmeden daha, merakın ne kadar gereksiz(!) ne kadar kötü(!) bir şey olduğunu keşfedermiş çocuklar. Her merak uyandığında içlerinde kendilerinde suçluluk hissederlermiş... Eş - dost varmış o zamanlar da. Konuk geldiklerinde eve, çocuğun en ufak hareketinde annesine babasına yüklenirler, "çok şımartmışsınız siz bunu" derlermiş. Utanırmış haliyle zavallı anne - babalar, rezil olurlarmış. Eş dost gidince evden, konuşurlarmış çocukla anlayacağı dilden! Adeta çocuktaki yüksek enerji, anne babada yüksek sinire dönüşürmüş haklı olarak (!) Anne baba çocuklarının en iyi olmalarını beklermiş. Zira, hata yapmazmış en iyi olanlar... Oturursa kalkmasını isterlermiş, kalksa oturmasını. Çünkü çocukmuş onlar ve onlar ne yapıyorsa tersi doğruymuş onlar ne yapıyorsa tersi doğruymuş yaşamda. Çocuklar defalarca anlatmak istemişler kendilerini; ne dinleyen olmuş onları, ne anlayan. Çoğu kez "seni yaramaz" deyip gülüvermişler çocuğa. Ve çocuklar; bu kez de kendilerini anlatsalar bile birilerinin onları dinlemeyeceklerini, dinleseler de anlamayacaklarını öğrenmişler. Arada bir doğru bildiklerini söylemeye çalışmış çocuklar; "sus" denilmiş. Kendilerine "sen çocuksun, senin aklın ermez." Komşunun çocuğu gelip, oyuncağını onunla paylaşmayınca da; "bak sen büyüksün, hadi ver oyuncağını kardeşine..." Böylelikle de büyüklük ve küçüklüğün çok çabuk değişebildiğini öğrenmişler. Yaşayarak öğrenmişler(!)
Eeeee daha ne istiyorlarmış ki çocuklar; aç değillermiş, açık değillermiş. Ve bunca şeyi öğreniyorlarmış anne babalarından.
Büyüdükçe, öğrendikleriyle yaşar olmuşlar.
Anne babaların merak ettiklerinin dışında bir şeyleri MERAK ETMEMEYİ kendilerini İFADE EDECEĞİM diye boşa zaman harcamamayı, büyüklükle küçüklüğün çok çabuk değişebildiğini(!) yaşar olmuşlar.
Her şeye hakim olmayı istemekle, bir hakim bulabilmenin çabası içerisinde MUTSUZ olmayı öğrenmiş çocuklar, çocukluklarında...
İnsan kişiliğinin % 35'ini anne ve babasının kromozomlarından alır. % 25' ise henüz anne karnındayken yaşadıkları belirler. % 30'unu ise okul çağına kadar ki yaşadıkları olaylar belirler. Geriye kalan % 10'luk bölüm ise sonrası hayatına bırakılmıştır.
Türkiye tüm kurum ve kuruluşlarıyla problem yumağı olmuş bir ülke konumunda. Herkesin, çözüm önerilerine dair nice görüşleri söz konusu.
Ancak bütün bu görüşlerin ortak özelliği "insan" merkezli olmayışı.
Özellikle en temel yaklaşım "ekonomik insana" dair tezler üzerine kurulu.
Bu ülkenin iki temel kaynağı söz konusu: birisi insan, diğeri toprak.
Her ikisinin ortak özellikleri uzunca yıllardır nadasa bırakılmaları.
Biz bu yazımızda "insan merkezli" bir yaklaşımla ülkenin problemlerine bir bakış açısı getirmeye çalıştık. "insan"a tanımlama getiremez isek de tüm iyi niyetine rağmen hayata dair yorumlarımızın haybeye olduğunu da vurgulamak zorundayız.
O halde insan başarı denklemine, mutluluğa giden yol tarifini veremez isek yeni bir akıntıya karşı kürek çekme sınavından başka bir şey yapmamış olur, laf kalabalıklarından birini de biz üretmiş oluruz.
İnsanımızı ıslah edici bir programa adım atamak zorundayız. Bunun için bireyi hedef alarak, toplumun en küçük nüvesi olan "Aile" kavramını yeniden imar etmekle işe başlamak durumundayız. İlk önce ailenin en hassas dengesi "anne"lik mesleğini ehilleştirmeliyiz.
Hep dile getirilen "Türkiye'nin sorunu eğitim sorunudur"
betimlemesinin mihenk noktasına "kadın ve anne" kavramlarını oturtmalıyız. Bireyin oluşa geldiği ilk kurum olan "Aile"nin imarı, sağlıklı bir toplum olmasının da ilk koşuludur.
Türk insanı olarak hayatı yalnızca batı penceresinden yorumlama hastalığını üzerimizden atmamız gerekiyor. İnsanlık aleminin mensupları olarak yalızca tek yönlü yorumlarla değil de bir bütün olarak "gezegen insanı" olarak hayata, "emaneti üstelenmişler"
noktasında yaklaşmalıyız.
Rönesans'a kadar "medeniyet" kaşesini bizim düşünce iklimimiz üstlenmiştir. Sonrasında diğer yitik medeniyetler arasına bizlerde dahil olduk. Ancak bir gerçeklik ifadesi olarak belirtelim ki bizim "medeniyet" anlayışımız "nur"un tamamlanması statüsünde olduğundan henüz söylenesi sözümüz vardır. İçinde bulunduğumuz ahval keyfimizi kaçırmasın. 18. yy. sonra "medeniyet" ile tanışan batı bunun keyfini bir müddet daha yaşasın.
Rönasans devrinde, Copernic Dünya'nın Güneşin uydularından biri olduğunu anlatırken Ptoleme'ninde dünyasını karartmış oldu.
Yeryüzünün, evrenin merkezi olduğu inanışı yeni tartışmaları getirdi.
Galilee ile Coprnic'in iddiaları pekiştiren kilise ilk ciddi paniğini yaşamaya başlıyordu. Aristo'nun Saint Thomas D'aquin, Dante'nin dünyaları da kararıyordu.
Marco Polo Asya'nın kudretini Batı'ya aşılarken, Colomb, Gama yeni maceraların, havarilerin, fatihlerin sayısı artırıyordu. "ilim" tarihte ilk kez Hıristiyan "batı"nın damarlarında dolaşmaya başlamıştı.
Gütenberg matbaasıyla ilmin "iletşimini" sağlıyor, Machiavel, Copernic, Luther aydınlanma çağının havarileri olarak "tanrı" melek yada kutsiyet ifade den kavramları "batı"lı insanın gündeminden çıkartıyordu. Kilisenin otoritesinin bitişi "Avrupalı milletleri"
tarih sahnesine alıyordu. Tanrı makamına " modernite ve teknoloji"
oturtulurken İsa ve Meryem ancak foklorik bir ritüel olarak kentin ara sokaklarında yada bir yerlerin sıkılmışlıklarında bir sığınak dokusu olarak anlam ifade ediyordu. Endüstriyel ekonomi insanı şekillendirirken "İsa inancı" dahi "üretim ve tüketim" sarmalında kendine yer bulabiliyordu.
İnsan, felsefe ve bilim arasındaki tartışmalar bireyin huzursuzluğunun yeni sebebidir. İnsanlığın tesellisi yada avuntusu teknoloji ile eşyaya verilen yeni şekillendirmelerdir. Sanat - şiir, fazilet ve güzelliğin önüne geçti. İrade faziletin unsurlarından sayılarak yalnızca "dünya nimetine" yöneldi.
Makineleşmeyle birlikte insanı yeni bir "yeryüzü hakimiyeti"mücadelesi bir kez daha şekilleniyordu. İdeolojiler son yüzyılın yeni dinleriydi artık. Pascal ve Descartes'le birlikte, bir fikrin açıklığı onun doğruluğu için yeterli sayılıyordu.
İdeolojiler, zekanın fantezileri akla uygunluk çerçevesinde hayat tarzı için esas teşkil ediyordu.
Oysa bir medeniyetin sürekliliği, felsefi prensipler üzerine değil iman ve çevresinin ilmi kavramları üzerine kurulması gereğine bağlıdır.
Volteire ve ansiklopediciler akımı Adam Smith'in görüşleriyle yeniden tanımlanırken bir kısım insanların zenginliği insanlık aleminin hürriyet ve mutluluğun ön koşulu haline getiriliyordu.
Küreselleşme dininin temelleri iyiden iyiye pekişiyor bu dinin peygamberleri olarak ta "iş adamları" statükolarını perçinliyorlardı.
Lavoisier modern kimyanın başlangıcını yaparak yeni bir "ferisiler"
dönemi "modern illüzyon" ile betimliyordu. Bağımsızlık, refah, hürriyet, bilimsellik yeni dinin amentüsünü içeriyordu.
Aristokrasi, burjuva ile askeri ve kilise feodolitesi ise yerini kapitalist feodileteyle yer değiştirdi. Ekonomik liberalizm ahlaki manipülosyonlara yol açıyor "uygar insan" terimi yeni dinin "müminlerinden" sayılıyordu.
İyi ile kötüyü ayıran denge ideolojilerin, kaprislerin ve enaniyetin ihtirasları karşısında yitirildi. Bireysel dünyalarında iç disiplinleri kalktı. Vicdanın yerini kanunlar, polisler ve silahlı kuvvetler aldı. Doğruluk, şeref sorumluluk, saflık, kahramanlık, arkadaşlık gibi kavramlar ancak övgü içerip, gerçek hayatta anlam bulamayan terimlere dönüştü.
Toplumsal çarelerin yetersiz arayışları bireyi kendi kabuğuna yöneltirken "ben merkezli" kişilikler gelecek nesiller içinde sağlıklı emareler taşımamaktadır.
Modern devlet anlayışı ise yalnızca mülkün, banka, endüstri ve ticaretin koruyuculuğuna kilitlenince "vatandaş" ise yalnızca "tüketici" kimliği ile "istatistik" verileri açısından anlam ifade etmeye başladı.
Yasama - yürütme - Yargı ile Askeri - Siyasi ve Ekonomik oluşumların tezatları bireyi hep "çarkın dişlisi" konumuna itekledi. "Global Kaosçu Düzen" bu yüzyılın genel adı oldu. "Demokratik Hürriyet", hakları kutsanmışların genel insan kitlelerine empoze ettikleri kocaman bir yalandan ibarettir. Sosyal uçurumlar kurulu düzenlerin yaşama şartıdır.
Fransız ihtilali, hem aristokratlara hem de proterlere karşı idi.
Sonucunda ise burjuva bu kavganın gerçek hakimi olarak "galip" hanesine adını yazdırdı.
Türkiye öncelikli olarak "psikolojik yaşı 10'u" geçmeyen insanların "oy"larıyla geleceğini yönlendirme hastalığından kurtulmalıdır.
Yöneticilerini ilmen - ahlaken rüştünü toplum nazarında belirlemiş yerel adaylarını bir takım üst kıstaslarla belirleyip meclisinin dokusunu öyle belirlemelidir. "kaosçu düzenin" kurmayları olan kendi burjuvasının etkisinden kurtarmak istiyorsa önce "seçme ve seçilmenin"
gerekleri üzerinde kafa yormalıdır.
Gerçekte "insan hakları" denilen bir kavram yoktur. "insan ihtiyaçları" esas teşkil eder, insan haklarına. Önce bu ihtiyaçların akıl - inanç - bilim adamlarınca ortak platformda ele alınması gerekir.
Türkiye olarak nasıl siyasi bir meclis oluşturuyorsak acilen "ilim meclislerini" de tesis etmek durumundayız. Çözüm siyasi değil, insani olmak durumundadır. Siyasilere düşen görev ise "insani" ile topluma "örnek" olmuşluklarında yer bulmaktadır.
Hayat yolunda Türkiye olarak artık pusulasız gitmemiz söz konusu değildir. İçinde bulunduğumuz buhranlı günlerde panik yapmadan "tarihin muhasebesini" yeniden ve objektif olarak yapmamız gerekmektedir. Ve her şeyden öteye Türkiye yeniden tüm kurumlarıyla bir barış ortamı kurmalı öncelikli olarak da "Allah" ile barışmalıdır.
Ya da nasıl bir "Allah"a inandığını tespitinde bulunmalıdır.
Kozmik kanunların, kimyanın, fiziğin, hücrenin sahibi "yüce yaratan" ile onun yarattıklarından bir tanesi olan "insan"ı tekrar bir araya getiren "sulhun" ilk adımlarını atmakta biz Türk toplumuna önemli adımlar düşmektedir. Tarihi misyonumuz bize bu sorumluluğu haklı gerekçelerle yüklemektedir.
Ordu, üniversite, idare, adliye çevrelerindeki, tehlikeli rakiplere karşı girişilen tavırlar bire bir anlatıma indergendiğinde mantıklı karşılanacak sosyal hadiseler değildir. Ancak "mayası bozulmuş" insan çekirdeği etmem yapılarda tehlikenin boyutlarını da göz önüne koymaktadır. Maalesef ki bir ideale bağlananlar, çıkarını gözetmeden çalışanlar, iki yüzlü yada deli olarak algılanmaktalar. İnsanların kalbinde iyilik yapmak, dürüst kazanarak çalışmak değil de maddi menfaat sağlama kaygısı yerleştirilmektedir. "Kar tutkusu" paranın iktidar sağladığı bir sürece sürüklenmiştir. İstenenler sıradanlaşmış, para ise araç statüsünden sıyrılarak amaç konumuna yüklenmiştir. Suç ve ceza oranındaki adaletsizlikler sosyal dokuyu zedelemiş, aile kurumu parçalanma aşamasına getirilmiştir.
Türkiye'deki ceza evlerinin kontenjanı 60 bin kişidir. Oysa parçalanan dokusu sayesinde sokaklarda salınan kimsesiz çocuklarımızın sayısı 200 bin civarındadır. Birer potansiyel suçlu konumundaki bu insanlarımız yarının ciddi tehlikelerinden birini oluşturmaktadır. Halbuki bu 200 bin çocuğu "geleneksel devşirme" ile silahlı kuvvetlerimizin alt yapısına indirgesek hem profesyonel orduya geçişi sağlayabiliriz, hem de şimdiden geleceğe yönelik bir tedbir zincirinin de ilk halkasını oluştururuz.
Bireysel yaşantımız amaçsız ve disiplinsiz olunca eğlence batağına akmaktadır. Bu ise bizleri tembellik, uyuşturucu ve alkol, fuhuş ortamına keyifli fakat bencil bir hayata yönlendirmektedir. Yaratılış kanunlarına ters olan bu yapılanma bizleri topyekün bir yok oluşa da sürüklemekte, insanlık bu girdabı savaşlarla çözmeye çalışırken dünya "uygar görünümlü, barbar insanların" dünyası olmaktadır.
Modern diye lanse edilen toplum ilk önce "kadının asli fonksiyonunun" ne olduğunu ortaya koymalıdır. Kadın tüketim toplumunun metası olmaktan kurtarılmalıdır. Kadının insan olarak zihni ve organik gelişiminin "annelik duygusuna" yönlendirilmesi gerekir.
Burada kalitetif bir anlayışla "eş" ve "anne" kavramlarının altının doldurulması gerekir. Hedef sağlıklı nesiller olacağına göre, sağlıklı gelecek için konsessüsünüz olmalı. Burada sorgulamadan edemiyorum, başörtüsü yasağının arkasında yatan düşünceyi.
Otomobil sahibi olmayı, hayvan yetiştirmeyi ciddiye alan modern toplum gelecek nesillerin taşıyıcısı olan genç kızlara karşı aynı özeni ne zaman gösterecektir.
Acaba okullarımızda "potansiyel anne ve babaların" eğitilme süresine ne zaman ihtiyaç duyacağız? İdeal eş, ideal anne, ideal baba sürecini ne zaman başlatacağız.?
Bir eğitim ihtilali ile okulları kuru kuruya diploma ve sertifika üreten üzüntü fabrikaları olmaktan çıkartıp, ahlaki, entelektüel, estetik, mesleki ve ölüm sonrasına dair duygulara cevap veren vicdani müesseseler haline getirmek zorunda değil miyiz?
Empati denilen insanın bireyden toplum olmaya geçiş aşamasındaki köprü, bir inanca dayalı olmak zorundadır. Bu ise kendini karşısındakinin yerine koymak demektir. Kendinden sonraki aşama toplumsalcılığı doğuracaktır. İnsan toplumsalcılık aşamasına geçerken doğa, toplum, zaman ve ego dörtlüsüyle bir kıskaç altındadır. Toplumun kuralları ve yaşanan zaman içinde bulunulan ortam tek başına dış etkiyi oluştururken yaradılışa dair bir kavram olan ego, bambaşka bir görünüm ortaya koymaktadır. Yani laboratuara sokulamayacak kavramlar insanın ruhaniyeti, maneviyatı, moral değerleri insanın gerçek şeklini ortaya koymaktadır.
İşte 20. Yüzyıl düşünürleri bu soyut kavramları pozitivist amaçlarla es geçmişler; dolayısıyla 20. Yüzyıl kaosunu oluşturmuşlardır. Sonuçta insanın mutluluğuna dair olan topyekün arayış cinnete dayalı bir toplum yapılanmasını ortaya çıkarmıştır.
Türkiye'nin yakın plan ve yakın tarih görüntüsündeki skalası şöyle belirlenebilir. Medeniyet yitirmiş bir toplumun şaşkınlığı, çareler arayan bir aydın açmazı, tamamen kimliksizliğin verdiği bir bedbinlik, güncel yaşamı etkisi altına almış genç Türkiye adeta felçli bir vücut haline dönüşmüştür. Bütün organlar mevcut; ancak birbirleriyle ilişiksiz.
Herkes iyi niyetli, çözüm önerileri ortaya koymakta; ancak körlerin fil tanımı gibi gerçekten uzak. Türkiye, sorunların çözümü noktasında adeta bir toplum mühendisliği mantığıyla nasıl bir birey yetiştirmek istediğinin kararını vermek durumundadır. Somut bir örnek olarak, Tekel'i vasıtasıyla sigara üreten, üretilmiş olan sigaraya da Sağlık Bakanlığı aracılığıyla "Sağlığa Zararlıdır" ibaresi bir çelişki mantığındadır. Bunu toplumun hemen tüm katmanlarına yaygınlaştırabiliriz. Çocuğu yetiştirirken önce aile içi hukuk olan anne babanın çapı, kültürü, vasfı belirgin rol oynamakta; hemen peşinden gelenek ve görenekler devreye girmekte, sonrasında toplumun denilen denizin girdaplarına çocuk terk edilmektedir.
Bilimsel hiçbir veri burada aktif rol oynamamaktadır. Bir din olgusu var ki tanımı bir türlü yapılamamıştır. Bir Diyanet mantığındaki resmi din anlayışı, hurafelerden örülü başka bir din anlayışı, Türkiye'deki tarikatlerin ve cemaatlerin algılamasıyla kendini gösteren bir başka din anlayışı, ilahi mesajlara dayalı gerçek din anlayışı arasında hakikatleri arayan genç bir beyini düşünün.
Şöyle ya da böyle dinin normlarına ayak uyduran, ya da onu kabullenen genç beyin bu kez dış olguda laiklik kavramıyla karşılaşmaktadır.
Hoşgörüye dayalı bir laiklik, hemen peşinden despotluğa varan laikçi bir tutum insanımızı sendeletmektedir. Yine ayrıca bu toplumun Alevi, Sünni gibi tarihsel kökenlere dayalı arayışları yine devreye girmekte, insanımız bir kez daha bocalamaktadır. Adeta herkes "sahibinin sesi"konumuna düşmektedir. Bu arada oryantalistleri, Tapınak şövalyeleri'ni, Armageddoncuları, Masonları ve bilumum komplocuları "dahili ve harici bedbahtları" devreye koyduğumuzda yine kafalar karışmaktadır.
Devreye girmesi gereken bilim maalesef üniversitelerin çatı altlarında kendine yer bile bulamamaktadır. Herkes bir şeylerin bezirganı konumundadır. İlkokuldan itibaren Türk milletinin formal eğitimi batıcı ve ezberci bir sistem üzerine konuçlandığından “illiyet bağıntısı” kuramamakta, dolayısıyla bilimsel refleks sağlayamamaktadır. Ayrıca ülkenin yaşadığı ekonomik ve sosyal dengesizlikler insanımızı ya kaderciliğe ya da isyana itmektedir.
New York Times muhabiri John F. Burns'a göre Kürtler yüz yıllık hayallerini gerçekleştirerek bağımsız devletlerini çoktan kurdular.
Saddam ve Amerika kavramı arasında bocalayan Ortadoğu, bize "Misak-ı Milli"yi çoktan unutturmuş; adeta Türkler olarak Batı'ya çekilmeyi bir çözüm olarak göstermiştir. Başka bir gerçek daha yakın planda kapımızı çalmak üzere. Eğer son yüz yıl savaşlarının temelinde petrolün yattığı gerçeğini kabullenecek olursak bugün Orta Asya'nın Ortadoğu'ya alternatif yeni bir enerji merkezi olmasını bilmeliyiz.
Rusya, Orta Asya'da atağa geçmek için yeterli imkan ve stratejiye sahip değil. Amerika'nın stratejisi ise çok açık. Bölgeye yeni boru hatları döşeyerek Rusya'yı devre dışı bırakıp Uzakdoğu'ya açılmak. Bu ise oraların insan dolgusu olan islami kimlikler üzerinde yine birtakım hesapların yapılmasını zorunlu kılacaktır. Bir Türkmenistan doğalgazı belki de Afganistan'ın yasal işgalini gerektirecek On Bir Eylül'ü doğuran en önemli unsurdur. Dramatik olan ise Rus işgaline karşı yıllarca direniş gösteren İslamcı gerillaların artık birer eroin imalatçısı konumuna getirilmelidir. Amerikan ordusu nezaretinde dünya eroin üretiminin %94’ü Müslüman Afganistan tarafından temin edilmektedir.
Her gün yaklaşık otuz bin kişinin susuzluktan öldüğü dünyamızda yepyeni hesaplar bir şekilde yavaş yavaş gündemimize girecektir.
Petrol ve su bundan sonraki ilk yirmi yıla damgasını vuracak stratejik kavramlardır. Dünyada cadı kazanı kaynamaya devam ederken Türkiye'nin hala "tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan" mantığındaki arayışları bu millete çok şey kaybettirmektedir.
Yakın gelecek dört ayrı kıskaçta Türkiye'yi ciddi tehlikelere sürüklemektedir.
Bunlardan birincisi ekolojik çevre kirlenmesi ve erozyon, ikincisi tarımda yetersizlik, üçüncüsü enerji açmazı ve son olarak su kaynaklarının yok olmasıdır.
Bugünleri Türk insanının kişisel becerileriyle atlatan politikacılarımız, acaba yarınlara karşı nasıl bir hesap içindedirler?
Adeta bir ver kurtul mantığıyla kendimizi AB kapılarına atmamız bir teslimiyetçiliği gerektirmeyecek mi? Kopenhag'ın, Maastricht'in kriterleri olur da Türk'ün kriterleri olmaz mı?
Evlatlarımızı yetiştirirken nasıl bir terbiyeyle yoğuracağımızı bir taratan ele alıp diğer taraftan ise insan hayatının sınırlı, insanlığın ise çok daha uzun sürelere ihtiyaç duyduğunu bilmeliyiz.
Şu anda atalarımız diye nitelendirdiğimiz bir dönem yaşayan insanların bize bıraktıkları doğruların ve yanlışların birikimlerini yaşıyoruz.
Bu şu demektir ki torunlarımız konumundaki yarının insanları bizlerin doğrularını ve yanlışlarını miras alacaklardır.
O halde tarihsel misyonu olan Türk'ün kriterlerine rücu etmemiz gerekmektedir. Varlığımız ve geleceğimiz buna bağlıdır. Bizi bu zamana kadar oyalayan ve uğruna kavga ettiğimiz tüm lüzumsuz kavramları iğdiş edip kendimize yol açabilecek yeni ufuklar belirlememiz gerekiyor.
Artık vicdanı olan, insafı olan, aklı olan herkesin ortak menfaatler hususunda Türkiye için bir araya gelmesi gerekiyor.
Bir kısım aklı evveller bilmiyorlar mı ki kendi şahsi menfaatleri için sattıkları bu ülkenin değerleri yok olduğunda onlar o menfaatleriyle hangi topraklarda, hangi bayrak altında yaşayacaklar? Efendileri bir süre sonra kendi emellerini gerçekleştirdiklerinde onları el üstünde mi tutacak? O halde çok ciddi bir muhasebenin yapılma zamanı gelmiştir. Ya bağımsız bir Türkiye ya da tarihin derinlikleri. Ayrıca unutmayalım mezarlıklar vazgeçilmezlerle doludur.
İşte benzeri tarzdaki bir sorgulama mekanizmasının işletilme zamanını yaşamaktayız. Sorularımız ne kadar içten olursa cevaplarımız da o kadar berrak olacaktır. Her beyin Türkiye ve insanlık geleceği için üzerine düşeni yapmak durumundadır.
FEHMİ DEMİRBAĞ