"Beceriksiz" der bu öğretmen, çocuğunun karnesine göz gezdirdikten sonra baba Temel; karnenin sol tarafındaki notların düşüklüğü karşısında. Sağ tarafındaki notlar hep pekiyi' dir. "Benim öğrettiklerim pekiyi, öğretmeninkiler hep zayıf!"
Çocuğa okullarca verilen bu karne aslında halkında karnesidir, devletin de.
Halk arifanlığıyla hep terstir aslında devletin halkına karşı yüklemlediği değerlere. Devlet yeni bir libas giydirmeye çalışır halkına uzun yıllardır.
Onun içindir ki asıl eğitimin "aile"de verilmesi gerektiği düşüncesini taşırım. Devletin verebileceği şey öğretimden öteye gitmez bu topraklarda. O da ithal ikame bir bilimin elverdiği ve emrettiği ölçüde olacaktır. Ruh ve beden çelişkisi taşır toplumda bu çatışma, bu ayrışma.
Aslında bu çatışma bir medeniyetler çatışmasının tezahürüdür. (Hoş ben buna medeniyetler devinimi diyorum. Yani hayatiyetini yitiren hükümran medeniyet yerini kendisini kündeye getirene bırakmak durumundadır. Genel adı Hak-Batıl mücadelesidir. Bu hakikat yaratılışın sırrını saklar bünyesinde.) Teknoloji ve bilim desteğini ve gücünü ele geçiren batı nihayetinde alt ettiği medeniyetin temsilcilerine karşı toleranssız olmayı da tercih etmiştir. Baskı ve zulüm ekseri siması olmuştur. Bu merhametsizliğini tolore etmek adına da "Evrensel Hukuk ve Demokrasi" isimli bir maskenin ardına sığınmıştır.
Tarih bitmeyen bir dizi film senaryosu gibidir. Entrikalar, iyiler, kötüler arasında birbirine bağlı olaylar silsilesi ile heyecanını yitirmeden süregelir.
Aslında bu insanlığın hakikat ve hükmetme yolculuğunun adıdır.
Azan ve azgınlaşan insanlığın zaman zaman yaradılışının dışına çıkıp eksen kayması yaşadığında Tanrının müdahaleleri ile yol alışının hikayesidir, hayat.
Elbette bir Müslüman bakış açısıyla yorumlarım hayatı, modern bilimden de alıp-alıntıladığım bilgilerin ışığıyla.
Kilise, Sinegog, Hegemonlar ve reddiyecilerin, darvinistlerin bakış açısını açmazlarda ve sapmalarda görürüm.
Elbette Müslümanca diye işaretlediğim hassasiyetlerde yine "İslamcı" diye betimlenen düşünceleri de pek sağlıklı bulmam. Hele ki "kontrolsüz güç güç değildir" diyen uluslararası organizasyonların etkisindeki fikri ve felsefi gruplara karşı da temkinliyimdir. Kendi suni düşmanını yaratarak hakikati gölgelemeye çalışanların bir strateji ile hareket ettiklerine inanırım.
Özellikle hegemonlar alt etmek istediği, hatta yok etmek istediği topluluklara karşı insancıl yaklaşımlar serdederek yaklaşabilirler. Kızılderililerin nasıl yok edildiklerini burada hatırlatmak isterim. Önce soğuk alanlara sürdükleri Kızılderilileri avlanma bölgelerinden uzak tutarak açlıkla ve soğukla karşı karşıya getirdiler. Ayrıca ahlaken bitirmek içinde alışkın olmadıkları ateş suyu ile tanıştırdılar. Sonra da iyilik adına battaniye dağıttılar mahzun halka; ama çiçek mikrobu bulaştırdıkları o zavallılara.
Elbette kişisel hırslarını ve zaafiyetlerini kontrol ettikleri işbirlikçilerinden de istifade ettiler. Onlara beyaz adamın kıyafetlerinden giydirdiler. Ok yerine ateşli silah verdiler ellerine. Bu arada Kızılderililerin toprakları perdeypey ellerinden çıkmaya başlamıştır bile.
Bu kadarıyla yetinmez beyaz adam. Sonrasında teknolojik gelişmelerin getirdiği imkanlardan biri olan sinema sektörü ile zamanında kendilerine direnmeye çalışan Kızılderilileri Vahşi olarak lanse eder. Zavallı günahsız beyaz adamların kafa derilerini yüzen vahşi adamlardır onlar.
Bu sadece Kapitalizmi temsil eden beyaz adamın özelliği midir?
78 milyon insanı katleden Mao'yu nereye koyacağız? Kongo nüfusunu yarı yarıya indiren Belçika kralını nereye koyacağız, medeniyet yolculuğunda? Hitler'i. Bütün coğrafi keşiflerdeki katliamları? Afrika'nın dramatik hikayesini nasıl anlatabiliriz ki? Hele Stalin'i?
1917’de, Sovyet Devrimi’ni yapan Alman Yahudisi Marks'ın pratisyeni Yahudi Lenin’in ölümünden sonra iktidarı ele geçiren Sovyetler Birliği diktatörü Stalin, en katı-kanlı uygulamaları planladığı çalışma odasına, yakın çalışma arkadaşlarını toplamış sohbet ederken, bir ara ayağa kalkıp ellerini havaya kaldırarak herkesi susturur ve söze başlar:
"Saçını ihtilalde, halk içinde, devlet yönetiminde, bürokraside ağartmış dostlarım... Söyleyin bakalım, halkın yönetime baş eğmesi, kayıtsız şartsız itaat etmesi için yöneticiler ne yapmalı? Böyle güçlü bir idare kurmak için halka nasıl davranmak gerekir?"
Kimisi adaletten, haktan, hukuktan söz eder.
Hazirunun her kafasından bir ses çıkar.
Kimisi demokrasiden, insan haklarından bahseder. Kimisi sertlikten yana tavır alır. Kimisi sürgünden, sehpadan, hapisten dem vurur. Tarihten örneklemeler yaparlar.
Kitlesel baskı ve korku yaratmanın deha çapındaki zalim diktatörü Stalin, adamlarının açıklamalarının hiçbirini beğenmez. Masadaki votka şişesi yarı yarıya boşalmıştır... Bir kadeh daha içki yuvarlayıp soğuk ve ürpertici bir sesle şöyle der:
"Yönetimi ele geçiren hükümdarın ya da o güçteki bir liderin Tanrı’dan pek farkı yoktur. Halk ta onu öyle görür. Önce bunu iyi bilin... Sonra, insanların karşınızda baş eğip durması için ne yapmanız gerektiğini bırakın da ben, şu lüzumsuz düşünen kafalarınıza çivi gibi çakayım!"
Hakaret ağır olmasına rağmen herkes memnun memnun sırıtır. Stalin’den hakaret işitmek bile onlar için önemli bir iltifat gibidir.
Stalin, hizmetkârlardan birini çağırıp emreder:
"Çabuk bana bir tavuk getirin!"
Aceleyle bir tavuk kapıp getirir uşaklar...
Stalin, adamlarının gözleri önünde tavuğun tüylerini canlı canlı yolmaya başlar.
Diktatör, bütün tüyleri yolunup cascavlak kalan tavuğu odanın ortasına salıverir:
"Şimdi izleyin bakalım nereye gidecek bu şaşkın tavuk?"
Zavallı tavuk içine düştüğü azaptan kaçıp kurtulayım diye aralık kapıdan dışarı kaçar, soğuktan tir tir titrer, dönüp masaların altına girer, köşeli masa ayakları canını yakar, duvar diplerine koşar, tüysüz kanatları yara bere içinde kalır, şömineye yaklaşır, tüysüz derisi kavrulur...
Sonunda çaresiz, tüylerini yolan Stalin’in bacakları arasına sığınıp saklanır.
O zaman Stalin, cebinden bir avuç yem çıkarıp yolunmuş tavuğun önüne tane tane atar. Yemlenen tavuk bundan sonra, Stalin nereye yönelse peşinden koşar!
Ağızları bir karış açık kalan dostlarına bakan Stalin, alaycı bir gülüşle şöyle der:
"Gördünüz mü? Halk dediğiniz topluluk bir tavuk gibidir. Tüylerini yolup aldıktan sonra onu serbest bırak. O zaman yönetmek o kadar kolay olur ki..."
...
1800'lü yıllar.
Basık atmosfer Londra'nın makus talihidir... Puslu bir karamsarlığı vardır. ... Önce Londra insanının gündelik yaşamına bir göz atmak istiyorum. Ki, kendi insanını dahi ezen, ona zulmeden zihniyetin iddasının nasılda dünyayı düzenlemek olup ta, dünyayı talan etme hikâyesinin başlangıcını ifade etmek istiyorum.
Senelik banyolarını Mayıs ayında yapan, insanların çoğunun Haziran'da evlendiği, Londra'dayız. Haziran'da hala çok kötü kokmuyorlardı. Ama yine de kokmaya başladıkları için gelinler düğün alanında vücutlarından çıkan kokuyu bastırmak amacıyla ellerinde bir buket çiçek taşıyordu.
Banyolar, sıcak suyla doldurulmuş büyük bir fıçıdan meydana geliyordu. Evin erkeği temizlenmek için ilk suyla yıkanma imtiyazına sahipti. Sırayla diğer erkekler, daha sonra kadınlar, sonra çocuklar sonra da bebekler yıkanıyordu. Bu esnada su o kadar kirli hale geliyordu ki içinde bir şeyleri kaybetmek mümkündü. İngilizce'deki 'banyo suyuyla birlikte bebeği de atmayın' deyimi buradan gelmektedir.
Evlerin çatıları üst üste yığılmış kamıştan yapılıyor, kamışların altında ise tahta bulunmuyordu. Yağmur yağdığında çatıya yerleşmiş bulunan fareler, böcekler, kediler, köpekler çatıdan kayarak aşağıya düşüyorlardı. Kedi-köpek yağıyor terimleri vardır İngilizlerin. İşte bu tabir bu sefilliklerinden kaynaklanıyordu. İngiliz usülü cibinlikli yatakların sebebi de buydu.
Bütün şehrin zemini topraktı. Yalnızca zenginlerin yaşadığı yerlerin altına zemin olarak ahşap döşenirdi. Yine kışın bu zemin ıslandığında evin içinde kayıp düşmeler oluyordu. Bunu engellemek için yere saman serpiyorlardı. Bir zaman geliyordu ki samanın yoğunluğundan kapılar kapanmıyordu. Bunu önlemek için eşik olarak kapının dibine tahta çakmaya başladılar; thresh hold'du bunun adı: saman tutan!
Yemeklerini sürekli ateş üstünde duran büyük kazana attıkları sebzelerle elde ediyorlardı. Onun için yemekleri lapadan farksızdı. Sürekli kazana bir şeyler ilave ettiklerinden bulaşık sorunları yoktu.
Bazen domuz eti buluyorlar, o zaman çok seviniyorlardı. Eve Ziyaretçi gelirse domuz etlerini asarak onlara gösteriş yapıyorlardı.
Birisinin eve domuz eti getirmesi Zenginlik işaretiydi. Bu etten küçük bir parça keserek misafirleriyle oturup paylaşıyorlardı. Buna 'yağ çiğnemek' (yağ çiğnemek) adı veriliyordu. Parası olanlar kalay kurşun alaşımından yapılmış tabaklar alabiliyordu. Asidiyüksek olan yiyecekler kurşunu çözerek yemeğe karışmasına sebep oluyor, böylece gıda zehirlenmelerine ölüme yol açıyordu.
Domatesler buna sık sık sebep olduğu için yaklaşık 400 yıl boyunca zehirli olduğu düşünülmüştü. İnsanın çoğu kalay-kurşun alaşımından yapılmış tabakları yoktu. Onun yerine tahta tabaklar kullanıyorlardı. Çoğu zaman bu tabaklar bayat ekmekten yapılıyordu. Ekmekler o kadar bayat, sertti ki uzun zaman kullanılabiliyordu.
Bunlar hiçbir zaman yıkanmadığı için, içinde kurtlar küfler oluşuyordu. Kurtlu küflü tabaklardan yemek yiyen insanların ağızlarında 'Tabak ağzı' (açma ağız) denen hastalık ortaya çıkıyordu. Ekmek itibara göre bölüşülüyordu.. İşçiler yanık olan alt kabuğu, aile orta kısmı, misafirler de üst kabuğu alırdı.
Bira, viski içmek için kurşun kadehler kullanılıyordu. Bu bileşim insanları bazen birkaç, gün suursuz vaziyette tutabiliyordu. Diğer insanlar bu durumdaki insanların öldüğü düşüncesiyle cenaze işini hallediyorlardı. Bir süre sonra bu insanların mezarlıktan gelen bağırtıları onları tedbir almaya yöneltti. Tabutlar açıldığında tabutun içi tırnak izleriyle dolu oluyordu. Çözüm olarak bu durumdaki insanların ellerine ipler bağlandı. İpin ucu da bir çana. Cenaze gecesi bir kişi mezarlıkta nöbete durmaya başladılar. Mezarlık vardiyesine başlamışlardı.
Bir süre sonra kendinden geçmiş insanlar mutfak masasına yatırılıyor başında uyanma nöbetine duruyorlardı.
Eski yaşam alanlarında mezarlara yer kalmayınca eski mezardaki kemikler kemik evi adı verilen yerlerde toplanmaya başlamıştır.
Rahibelerin ellerinden başka yerlerini yıkamaları yasaktı. Kastilya Kraliçesi İsabella 50 yılı aşkın hayatında toplasan 12 kez yıkanmıştı. Paris'te ki Versay sarayının pisliğinden de bahsetmek gerekir. E hadi onu da siz araştırın. Parfümü, yüksek ökçeli ayakkabıları, şemsiyeyi...
Kirlilik adeti Amerika'ya da bulaşmış, Pensilvanya, Virginia eyaletlerinde 'banyo yapmayı yasaklayan' , 'ya da belirli kısıtlamalar getiren' yasa çıkarılmıştı. Philadelphia'da kanunla "Bir ay içinde birden fazla banyo" yapan insanlar cezaevine gönderiliyordu.
Kısaca sıradan insanın sefil bir hayata, cehalete mahkum edildiği bir toplumdan bahsediyoruz Londra artık üretim araçlarını özel mülkiyeti haline getiren az sayıda insan ile toplumun geri kalanını ücretli işçi durumuna soktuğu kapitalizm isimli bir düzen kurmaktadır.
Kapitalizm, mülk sahibi sınıf olan şehirli sermaye sahiplerinin, ekonomik açıdan epeyce palazlandıktan sonra egemenliğini siyasal bir güçle taçlandırmasıdır.
İngiliz zengin sınıfı deniz aşırı coğrafyaları sömürgeleştirmekle, talan etmekle kalmayıp kendi ülkesinin işçi sınıfının da kanını iliklerine dek emmiştir.
"Üzerinde güneş batmayan" İngiliz imparatorluğu hummalı bır sekilde korkunç bir emek sömürüsü ile inşa edilmistir. Hindistan'da ve uzak doğuda, Amerika kıtasında, Avustralya kıtasında, Afrika'da ve özellikle İslam coğrafyasında İngiliz başta olmak üzere bütün batılı ulusların kanlı ellerinin izlerini bulmaktayız. Avrupa'da en kıymetli bakanlık Sömürge Bakanlıklarıydı.
1900'lü yılların başlarında İngiltere'nin batı yakası ihtişamıyla göz kamaştırırken, doğu yakasında çok sayıda insan uçuruma itilmektedir. Onları umut ile oyalayıp, süslü cümlelerle geçiştirip karın tokluğuna zenginliklerine zenginlik katmışlardır.
Düşünün, Londra Metrosu yapılırken güneş yüzü görmeden orda doğup, yaşayıp, orda ölen insanlar olmuştur. Kâr hırsıyla gözü dönen burjuvazi kendileri için ölümüne çalışan bu kalabalıkları ayrıca aşağılamaktaydı.
Doğu yakasında yaşamaya çalışan işçilerin durumu çok kötüdür. İnsanların en temel barınma haklarından yoksundurlar. Kiralık ev yoktur, kiralık odalar, daha doğrusu izbeler vardır.
Bütün gün çalışan insanların kazançlarının en büyük bölümü haftalığı üç şilin olan bu odalara verilmektedir. Bu evlerde tuvalet, ısınma gibi olanaklar zaten bulunmamaktadır.
İnsanlar bu ahıra benzeyen evlerde uzun yıllar kalırlar . Çoğu zaman ömürlerini de buralarda tamamlarlar.
Domuz ahırlarına benzeyen yerlerde yaşayan bu insanları İngiliz hanımefendi beyefendileri onları pis, kaba bulup, hakir görmektedirler. Yoğun sömürü koşullarından madenlerde çok yüksek sıcaklıklarda her yaştan kadın erkek yanyana bir lokma ekmek için çalışmak zorunda kalırlar. Kadın erkek ilşkilerinde muazzam bir yozlaşma başlar. Kendini içkiye verip avunmaya, teselli bulmaya çalışan kalabalıklar iş kazalarının, sefaletin getirdiği şartlarda düşkünler evlerine sığınmaya çalışırlar.
Kapitalistlerin kâr hırsı uğruna yaşamlar anlamsız ve eziyet verici bir hale dönüşür. Ölüm bu insanlar için kurtuluşun adresidir. Ölmeyi beceremeyipm intihara kalkışanlar ayrıca hapsi boylarlar.
Yaşamın onu anı hapishaneye çevrilir. Yaşamanın kahredici Bir yük A.Ş. anlamsız Bir eziyet Haline geldiği,, bu durumdan ölerek kurtulmak isteyenlerin sayısı artmaktadır.
Adalet, Hukuk Yasalar , Sermayenin çıkarına işlemektedir. İşçilerin hayatları birileri tarafından gasp edilmiş, yaşama haklarına tecavüz edilmiş ölme özgürlükleri ellerinden alınmıştır. Londra sokaklarında parklar evsizler için yapılmadığından oralarda dinlenmeleri bile yasaktır. İşçi sınıfının cezalandırılması için adalet mekanizması çok hızlı çalışır. Meşhur İngiliz yargıçlarının peruklarını bilirsiniz. Yıkanmayan, dolayısıyla tepelerinde dolaşan bitler saygınlıklarını azaltmasın diyedir o perukların marifeti.
Yoksul insanların barındığı sığınakların ismi çivi'dir. Onların en çok yedikleri yemekte ekşimiş yulaf ezmesidir. Çivi'lerde kalmak isteyenler ya taş kırmak durumundadırlar ya da hastaneler başta olmak üzere değişik yerlerde temizlik hizmeti yapmak zorundadırlar. Yedikleri yulaf ekmeğinin, yattıkları yatağın bedelini ödemeden oralarda barınamazlar.
Tabi Dünya sathında çıkardıkları savaşlara asker olarak katılmak İngiliz halkının ekmek yiyebilmesi adına da umuttu.
İşte bu tablo karşısında uygar çağdaş adı verilen bu dünyanın, İnsanlığın yararına olup olmadığını sormak gerekir. Uygarlık denen bu büyük dolandırıcılığın, yapay parlaklığın etkisini matah bir şey zanneden dönemin bir kısım Osmanlı aydınları bizim insancıl düzenimizi yıkmak pahasına bilerek ya da bilmeyerek onların ekmeğine yağ sürmüşlerdir.
Oysa insanlığın düşmanı değildir makineler, teknoloji, üretim araçları. Bunların epey çoğalttığı nimetlerin paylaşımını adaletsizce yapan zihniyetlerdir.
Hadi şimdi de satar/bucks kahvemizi yudumlayalım. Biraz tarihin satır aralarında dolaşalım.
"Annesini kaybeden bir aslan yavrusu koyunların arasına girmiş. Koyunların sütünü emerek büyümüş. Zamanla kendini koyun zannetmiş. Bir gün koyunlardan birisi aslana şöyle demiş ..:
"Sen bizim cinsimizden değilsin. Biz koyunuz, sen aslansın. Sen bu dağların kralısın. Son zamanlarda bu dağlarda çakalların, ayıların sesleri fazla yükselmeye başladı, bizi rahatsız ediyorlar. Bir kükresen de bizi bunlardan kurtarsan." demiş. Fakat aslan bunu kabul etmeyerek, "Ben de sizin gibi koyunum." demiş. Koyunun günlerce ısrarına rağmen aslan, aslan olduğunu bir türlü kabul etmemiş.
Nihayet bir gün koyun, aslanı alıp bir su birikintisine götürmüş. "İkimizin de sudaki akislerinize iyice bakalım. Senin yelelerin var, benim yok. Söyle bakalım ikimizde Koyun muyuz?" diye sormuş. Aslan "Hayır değiliz." demiş. Sonra koyun, "Senin, pençelerin var, bizim yok. Senin dişlerinle bizim bir değil dişlerimiz. Hatta senin sesinle bizim seslerimiz bile farklı. İstersen bir ben meleyeyim, bir de sen kükre." Heybetli dehşetiyle kükremiş. Koyun cılız bir sesle melemiş. Aslanın kükremesini duyan çakallar yuvalarına, tilkiler deliklerine, ayılar aslanın inlerine kaçışmışlar. "
Sonra da hikâyemiz ile ne kastettiğimize gelelim:
Fransızlar Türkleri pişirme işinde ortak hareket ediyorlardı.
”Haçlı ordusunun bir askeri:
“Öldürülen Müslümanlar piramit şeklinde yığıldı.
O zamana dek böyle bir katliam yapılmamıştı.” derken,
Bizans imparatoru Alexios’un kızı Anna Komnena şunu söyler:
“Barbar Fransızların en büyük eğlencelerinden biri de Müslüman çocuklarını kızartmak ve yemekti.”
Antakya ve Maarra’da Fransızların Soykırım ve Yamyamlıkları..
“Burası vahşi hayvanların kol gezdiği bir çayırlık mı
Yoksa benim evim mi, doğduğum yer mi, bilmiyorum”
Yukarıdaki mısra, Orta çağ Suriyesi’nin büyük şehirlerinden Maarratu’n-Nûman şehrinde yaşanan barbarlığa atıf yapan ve yine bu şehrin sakinlerinden olan bir ozana aittir.
Haçlılar, I.Haçlı seferi sırasında Antakya’yı işgal etmiş ve bu şehrin Müslüman ahalisini katliama tabi tutmuşlardı.
Ancak bundan daha da iğrenci haçlıların Antakya kuşatması devam ederken yaptıkları yamyam lıktı.
Antakya kuşatması uzun sürmüştü.
Bu süre zarfında şehre dışarıdan bir yardım ulaştırılamamıştı. Bu sırada haçlıların da erzak stokları boşalmıştı.
Durum, haçlılar için kötüleşiyordu.
Böyle giderse değil Antakya önünde kalmak; hayatta dahi kalamayacaklardı.
Erzaksız bir ordunun savaşması imkansızdı.
Ancak bunun için pratik ve bir o kadar da iğrenç bir çözüm buldular.
Tarihin gördüğü en büyük vahşet hadiselerinden biri olan bu olayı, o sırada Antakya önündeki haçlı ordusunda bulunan ve olayın görgü tanığı olan haçlı ozanı Richard le Pelerin şöyle anlatır:
“Asaletli Pierre L’ermite, otağının önünde oturuyordu.
Kral Tafur ve adamları çıkageldiler.
Bunlar yüz kişiden çoktular ve açlıktan şişmiştiler.
Kral, keşiş Pierre’e:
“Tanrı adına bize yol göster, zira açlıktan mahvolmaktayız.” Dedi.
Pierre şöyle cevapladı:
“Korkak olduğunuz için!
Haydi şurada yatan ölmüş Türkleri toplayınız.
Tuzlar ve pişirirseniz pekala yenir onlar.”
Bunun üzerine on bin haçlı toplandı.
Türk ölülerinin derileri yüzüldü, bağırsakları çıkartıldı.
Etleri haşlama ve kebap yapıldı.
Adamlarımız bu etleri doyasıya yediler, ama ekmeksiz olarak. Bunu gören zincire vurulmuş Türkler çok korktular, et kokusundan duvarlara dayandılar.
Yirmi bin putperest (Türkleri kastediyor) bu manzarayı seyretti; ağlamadık Türk kalmadı! (…)
Adamlarımız kendi aralarında konuşuyorlardı:
“Şu Türk eti, zeytinyağlı domuz sırtı ve jambondan daha iyidir!” Ortalıkta Türk ölüsü kalmayınca, mezarlıklara varıp Türk ölülerini çıkardılar.
Onlardan bir tepe yaptılar.
Bağırsaklarını çıkarıp Asi Nehri’ne attılar;
etlerin derilerini asıp rüzgarda kuruttular!”
Suriye’deki Sur şehrinin Katolik metropoliti olan Guillaume de haçlı yamyamlığını şöyle anlatmıştır:
“Bohemond (Bu adam haçlı liderlerinden olup, işgalden sonra Antakya kontu olacaktı) birkaç Türk getirilmesini istedi ve bunları hemen öldürttü.
Büyük bir ateş yaktırarak etleri şişlere geçirtti ve pişirtti.
Sonra da bütün akrabalarını çağırarak onları Türkleri yemek üzere kurdurduğu sofralara davet etti.
Bunun manası kendisine sorulunca da:
“Bugün buradaki Türklerin etlerinin başta komutan ve prensler olmak üzere orduya ikram edileceğinin bilinmesi içindir.” dedi.”
Haçlı tarihçilerinden Charles Mills ise şunu nakleder: “Bohemond getirttiği Müslüman Türkleri boğazlattı ve ateşte kızarttı.
Seyredenlere dönüp buraya iştahını tatmin etmek için geldiğini haykırdı.”
Bizzat sefere katılmış olan bir haçlının yazdığı Anonim Gesta Francorum adlı tarihte de “Müslümanların etini yiyen Fransızlar”dan bahsedilmiştir.
Antakya’daki camilerin yakılmasına ve Müslüman katliamına tanık olan Papaz Lemoine şöyle der:
“Fransız askerleri şehre girince sokaklarda gördükleri ihtiyarları ve çocukları parçalıyorlardı.
Ancak ilk gün herkes öldürülemedi.
Ertesi gün bizimkiler, şehirde sağ kalan 10.000 Türk’ü kestiler!”
Brentano da şunu söyler:
“Fransızlar, şehir civarındaki bataklıklarda iki haftadır yatan Türk cesetlerini iştahla yemekteydiler.”
O gün esir düşen ve teslim olan her Müslüman katledildi.
Bir papaz, vicdani hislerden tamamen yoksun şekilde: “Müslüman kadınlarına gelince; onlara karınlarına birer kılıç sokulmaktan başka bir fenalık yapılmadı.” demiştir.
Yamyamlık, Orta çağ Avrupa’sı için yeni ve marjinal bir olgu değildi.
En ufak bir sıkıntıda dahi Hristiyan Avrupalılar, yamyamlığa başvurabiliyorlardı.
Haçlı seferlerinden bir süre önce Fransa’da meydana gelen kıtlıkta da bir sürü yamyamlık vakası olmuştu.
Bir adam çocukları kandırarak götürüp onları yemişti.
Bir adamın evinden de, o adamın yediği insanların kafataslarından oluşan bir koleksiyon çıkmıştı.
Haçlıların Ortadoğu’da yaptıkları yamyamlık, papalığa “mecburiyetten bu işin yapıldığı” şeklinde aktarılsa da; bu barbarlık mecburiyetin çok ötesinde adeta bir ziyafet, hatta ritüel şeklini almıştı.
Haçlı lideri Bohemond, akrabalarını “Türk ziyafeti”ne çağırırken;
Tafurlar adı verilen haçlı topluluğu da ortalıkta Türk eti yemek istediklerini haykırarak dolaşmaktaydı.
Vahşet bununla bitmedi.
Haçlılar Antakya’dan sonra Suriye’nin en mühim şehirlerinden olan Maarratu’n-Numan şehrini kuşattılar ve işgal ettiler.
İslam kaynağı İbnü’l-Esir bu işgalle ilgili olarak:
“Müslümanlar üç gün boyunca kılıçtan geçirildiler.
Burada yüz binden fazla Müslüman öldürüldü ve kadın ve çocuklar da esir alındı.” demektedir.
Buradaki katliama tanık olan Raoul de Cean şöyle der:
“Bizim Fransızlar, Maarra’da esir alınan Müslümanları kazanlarda pişirdiler ve çocuklarını da şişe geçirip kızarttılar.” Brentano’nun nakli de ilginçtir:
“Fransızlar Müslüman Arapları ve Türkleri ikiye kesip güya yuttukları altınları arıyorlardı.
Diğer bir grup ise Müslümanları parça parça kesip pişiriyordu.” Bir başka haçlı kaynağı da “Adamlarımız Türklerin butlarından parçalar koparıp kızartıyorlar, ama daha tam pişmeden vahşi ağızlarıyla silip süpürüyorlardı.” demiştir.
Haçlı tarihçisi Albertus ise:
“Adamlarımız Türkleri, hatta köpekleri yiyorlardı” demek suretiyle Müslüman eti yemenin, bir köpeği yemekten daha normal olduğunu belirtmiştir.
Willermus ise:
“Fransızlar Türkleri pişirme işinde ortak hareket ediyorlardı.” demektedir.
Haçlı ordusunun bir askeri:
“Öldürülen Müslümanlar piramit şeklinde yığıldı.
O zamana dek böyle bir katliam yapılmamıştı.” derken,
Bizans imparatoru Alexios’un kızı Anna Komnena şunu söyler: “Barbar Fransızların en büyük eğlencelerinden biri de Müslüman çocuklarını kızartmak ve yemekti.”
Thomas Fuller:
“Bağışlanmak için cümle dahi kuramayacak kadar küçük Müslüman Türk çocukları ve bir savaşçının her daim affedebileceği zayıf kadınlar bile boğazlandı.” demektedir. Michaud, Müslümanların ateş üzerinde zorla yürütüldüğünü belirtir.
Keşiş Robert Maarra yamyamlığı için şunu söylemiştir: “Adamlarımız çatılarda yürüyorlar ve sanki yavruları çalınmış dişi yaban aslanı gibi saldırıp, yiyip, içiyorlardı.
Yılların ağırlığı altında ezilmiş ihtiyarları ve küçük çocukları parçalayıp yiyorlardı.
Para bulmak için Müslümanların karınlarını deştiler.
Kan, akarsular gibi yollardan aktı, her yerde cesetler vardı.” Foucher: “Müslüman katliamında Ermeniler ve Yunanlılar Fransız haçlılarına yardım ediyordu.” ifadesini kullanmıştır.
Aix Başpiskoposu da: “Adamlarımız ölülerini yiyerek dahi Müslümanlar ve Türklerle savaşmış oldular.” diyerek memnuniyetini dile getirmiştir.
Haçlıların ve bilhassa Fransızların yaptıkları Antakya ve Maarra katliamları, Kudüs katliamı için bir prova gibiydi.
Bu bilinçsiz ve barbar kalabalık, İslam dünyasında huzurun ve ruhaniyetin sembolü olan ve Müslümanlar tarafından “Daru’s-Selam”(Huzurun ve barışın yeri) olarak adlandırılan Kudüs’e ilerlemek ve burayı işgal etmek için her yolu mubah görüyordu.
Bu haçlı ordularında en baskın unsur da Fransız unsuruydu. Zira haçlı seferi çağrısı Fransa’da yapılmış, ordular buradan yola çıkmış ve en büyük katılım da buradan olmuştu.
(Antakya ve Maarra katliamının faillerinden olan Normanlar ise Viking soyundan gelen vahşi bir kavimdi.)
Fransızların bu hareketleri tarihin dahi yüzünü kızartacak kadar iğrençti.
...
Fırsat bulursam bu konuyu didiklemeye devam edeceğim.
FEHMİ DEMİRBAĞ