Geçen yazımda Ak Parti’nin kendini siyaseten konumlandırdığı muhafazakâr tanımından ve kurucularının siyasal geçmişlerinden hareketle kavrama Türkiye sosyolojisinde dindar ve kısmen milliyetçi kitleye karşılık gelen bir anlam yüklenildiğini ifade etmiştim. Ak Parti’nin bugüne kadar ki (bazı AB uyum yasaları hariç) pek çok uygulamalarında özellikle dini tedrisatın yaygınlaştırılması, kendi sivil toplumunu ve medyasını oluşturması gibi çabalarında Türkiye muhafazakârlığı anlayışına uyum gösterdiğine değinmiştim. Fakat son seçimlerde bilhassa gençlerin Ak Parti’nin muhafazakâr anlayışıyla da örtüşen kültürel/geleneksel anlayışı benimsemediği, demek ki onaylamadığı iddiasını otaya atmıştım. Neden olarak da yukarıda da değindiğim üzere bütün çabalara rağmen genç nesil bilhassa 18 yaşına girerek ilk defa oy kullananların sadece yüzde 15 gibi bir oranının Ak Parti’ye oy verdiğini yazmıştım.
Geçmişi hatırlatmış mütedeyyin kesimlerin hasretini çektiği pek çok hakkın teslim edildiğini ve hatta bugün unutulan sıradan şeyler olduğunu söylemiştim.
Bu durum aşağıdaki gibi bir sorunun ortaya çıkmasını sağlamıştı:
Muhafazakâr bir partinin bilhassa 0-30 yaş grubuna yönelik dini değerleri önceleyen pek çok uygulaması akabinde;
a) Ya Türkiye toplumu bilhassa genç kuşak gelenekselliğin (bu kavram iktisadi, dini ya da sosyolojik değildir) ötesinde tam mütedeyyin oldu ki Ak Parti’nin dindarlığını beğenmiyor, politikalarını onaylamıyor,
b) Ya yapılan serbesti uygulamalar, çıkarılan hürriyet yasaları aksul-amel yaptı yani ters tepti toplum dini değerlere bağlılıktan daha da uzaklaştı.
c) Bir üçüncü yol ise gerek siyaset sözcülerinin, gerek kanaat önderlerinin yani toplumun önde gelenlerinin söylemleri ile yaşadıkları birbiriyle örtüşmediğinden gençler bu samimiyetsizlik karşısında şekli yapılan tüm uygulamalara kayıtsız kalarak tepkilerini gösterdi.
Dördüncü, beşinci ve daha çok ihtimal de olabilir ama benim şuan bu üç önermeden başka aklıma gelmiyor.
Birinci önermenin mümkün olduğunu varsayarsak o zaman bilhassa başta geçler olmak üzere toplumun büyük bir kısmı riya olmasın diye tüm vakit namazlarını, teravihleri ve hatta cumaları dahil evinde kılıyor. Çünkü camiler bomboş. Gösterişe kaçmasın diye oruçlarını da gündüz yiyor gece tutuyorlar. Çünkü sokaklar fiilen bunu gösteriyor.
İkici önermenin üzerinde durmak gerekiyor. Mücadele ruhu insanı canlı tutuyor. Ülfet yeknesaklık oluşturuyor. Heyecanı bitiriyor. 20 yıl önce her gün eylem yapan, zincir tutan başörtülüler bir şeyi kazanmak istiyordu. İktidar bunu zamana yaysa da bu hakkı verdi büyü bozuldu hem de tedricen de değil, çok hızlı bir şekilde. Mücadele bitti, akabinde ülfet ve yozlaşma geldi. Bu şekilde bir yaklaşımı her sahaya teşmil etmek mümkündür. Kurban derilerini Türk Hava Kurumu dışında her hangi bir kurumun toplamasının yasak olduğu yıllarda hapsi ve ceza ödemeyi göze alan gözü karalar kapı kapı deri toplarken şimdi isteyenin istediği yere vermesi serbest olmasına rağmen o gün çabalayanlar bugün kendi derisini camisine cemaatine vermekten acizler. Tek izahı deri para etmiyor olamaz hani kurbanın derisi dâhil her şeyi ibadetti.
Üçüncü önerme ikiciden de çetrefil. Sürekli hasırda uyuyan, bir hurmayı bölüşen hatta onu tasadduk edip kendisi aç kalan ve daima tebessüm eden bir peygamberi gece gündüz anlatıp sarayda yaşamak, kuş sütü ile beslenmek her an toslayacakmış gibi tehdit etmenin çelişkisi öyle bir travma oluşturuyor ki nasihlerin, naşirlerin sözleri, yazıları Kafdağı’nın ardındaki masal gibi geliyor. Bu cümleyi herkes kendi perspektifinden yorumlayacak elbette…
Gençler yarınımızsa biz bugünüz anne-babalarımız dünümüz, dedelerimiz ise önceki günümüz bu denklemde baktığımız zaman gelecek nesiller ya bizi reddederek ya kabul ederek bir tercihte bulunacaklar yani biz dünün aynasıyız, yarın da bizim aynamız olacak… bu çok derin ve elem verici bir mesele… Acaba bizi reddetseler gelecek daha mı iyi olur?
Bir önceki yazımın devamında dinde lakaytlığın nedenlerini bunun siyasal ve sosyal yansımalarını “kendimce” açıklayacağımı ifade etmiştim. Lakin sistemli şekilde yazamadım çünkü benim de kafam karışık her yazdığımı vicdanıma soruyorum ve orada inin inim inleyen bir ses benim alemimi tarumar ediyor, sıtmaya tutulmuş gibi titriyorum…
Evet, niye bu kadar yozlaştık? Niye tüm değerlerimizi tükettik, nedir bunun nedenleri?
Cep telefonu ve internet, bu yozlaşmamıza birinci nedendir. Aaa! dediğinizi duyar gibiyim. Belki ilk cümlede şunu bile dediniz “skolastik bataklığı içindeki yobaz!” Evet, akıllı dediğimiz cep telefonları aklımızı başımızdan aldı, hayatımızdan o kadar çok şey götürdü ki saymakla bitmez. Neler mi? garip ama bir kere kişilerarası iletişimi bitirdi. Yani bir iletişim aracı içsel iletişimden sonraki en temel iletişim modeli olan yüz yüze iletişimi ortadan kaldırmak üzere… Bunu yazarken nasıl bir vicdan muhasebesi yaptığımı tahmin bile edemezsiniz. Daha bu Pazar geniş ailemizle özel bir kahvaltı yaptıktan sonra oturduğumuz koltuklarda son çaylarımızı yudumlarken eşim, biz fark etmeden fotoğraflarımızı çekmiş o fotoğraflara bakınca utandım. Çünkü gayet sosyal olması gereken bir ortamda biz sosyalleşmek adına ellerimizde telefonlar muhtemel sosyal medyada fink atıyorduk. 3-5 yaşındaki çocuklarımız da bizimle oynamaya çalışıyormuş sırtımızda ama bizim gözler ekranda olduğundan farlında bile değilmişiz.
Evet, maalesef sosyal medya dediğimiz şey bugün sosyalleşmenin önündeki en büyük engeldir. Birbirine tenakuz şeyler söylediğimin farkındayım lakin bunları ilk söyleyen ben değilim. Bu konuyla alakalı esaslı makaleler yazıldı, filimler çekildi. Hatta Black Mirror; TV, bilgisayar ve akıllı telefonların siyah ekranına atıfla çekilmiş bir dizi seti burada konuyla ilgili güzel örnekler var. Sadece sosyal medya dediğimiz arkadaşlık ve video-resim paylaşım siteleri mi aramızdaki iletişime engel olan? Bu telefon ve internet (bilişim teknolojileri) her şeyi bireyselleştirdi. Artık hep birlikte film izleyemiyoruz, dizileri bile ayrı ayrı izler olduk. Sanki çok rahat ve keyifli oluyor gibi oysa birlikte seyrettiğiniz filmleri, dizileri hatırlayın reklam aralarında kritikler yaptığınızı, öngörüler üzerine tartıştığınızı… Kişilerarası bir iletişim vardı. Bu kadar mı? Eskiden olsa kadınlar kendi aralarında yemek tarifleri, elişi örnekleri alır, bu bahane ile sohbetler edilir, hal hatır sorulurdu. İnsanlar birbirine tenezzül ederek iletişim kurardı. “Komşu komşunun külüne muhtaçtı” şimdi “aman eltime mi muhtacım, bide kayın validemden bir şey mi öğreneceğim” hemen akıllı telefonumuzu açıyor envaı türlü tariflere, modellere ve daha nelere yatakta, sokakta, antrede kısacası her yerde anında ulaşıyoruz. “Kime minnet edeceğim” diyoruz. Durum sanki ne kadar da güzel değil mi? evet kimseye ne eyvallahımız ne de minnetimiz yok artık, kimsenin bilgisine de nasihatine de ihtiyacımız kalmadı. Hatta öğretmene ve hatta daha da ileri giderek doktora bile ihtiyacımız yok. Din-iman, hoca aradığımız anda “Google” hepsini fazlasıyla bize veriyor. İnternette yapacağımız bir sörfte değil aradığımızı, aramadığımızı da buluyor yeni şeyler keşfediyoruz. Aklımıza türlü şeyler geliyor hatta değil sadece yemek tarifi, merak edip nasıl bomba yapacağımızı bile öğreniyoruz. Bize ne ala (!) fikirler veriyor… Bu kadar mı her anımızı videolarla, fotoğraflarla ölümsüzleştiriyoruz. Hiç kimseden gizlimiz saklımız kalmadı mahremiyet Arapça bir söz olarak sözlükte kalırken, ahlak alıp başını terki diyar etti… Eskiden olsa akrabamızı, komşumuzu merak eder hayatında neler oluyor diye yanına girer çıkardık e biraz dedikodu biraz fitne çıkardı ama “yüz yüze bakıyor” der fazla şayia etmezdik. İletişim kurmaya devam ederdik. Şimdi yüz yüze konuşamayacağımız şeyleri herkese açık sosyal platformlarda uluorta konuşuyor, istediğimiz lafı sokuyor, “çamur at izi kalsın” misali iftira atıyor, görmediğimizi ve duymadığımızı bizzat yaşamış gibi yalan, yanlış yazıyor, başkalarının fikirlerini sanki kendimizin gibi çalıp paylaşıyor beğeni topluyoruz.
Özlemlerimiz, hatıralarımız o özlemlerin arkasına sakladığımız gözyaşları, duygularımız hepsi yok oldu. Şimdi anında görüntülü konuşuyoruz. Tatmin oluyoruz. Ne kadar güzel bir nimet gibi değil mi? oysa insani olanı, yani gerçek olanı kaybettik dokunmayı, hissetmeyi, gözyaşı dökmeyi… Evet, gerçek ötesine sanal gerçekliğe geçtik. Gerçeğin yerine sanal olanı ikame ettik…
Özetle arka cebimize giren küçük ama anteni büyük bu aleti hayatımıza soktuğumuz ilk zamanlar akıllı değildi lakin bizim aklımız onu kullanmaya yetiyordu ve ihtiyacımızı da görüyorduk. Ne zamanki akıllandı, anteni görünmez oldu artık biz onu yönetemiyor olduk sadece yönetiyormuş gibiyiz. Artık her anımızı o yönetir oldu. Dakikada bir ekrana bakıyoruz, türlü türlü uygulamaların yüklü olduğu telefonumuza yeni bir bildirim gelmemişse moralimiz bozuluyor, kendimiz yalnız hissediyoruz…
Hülasa kaybettiğimiz, içini boşalttığımız, adileştirdiğimiz tüm maddi ve manevi değerlerimizin müsebbiplerinden bence birinci bu alet ve üzerindeki teçhizattır. Bu öyle bir icat ki bugün küresel ekonomi bu cihaz üzerinden çatışıyor (Huawei-Çin/ Iphone-ABD), küresel casusluk ve bilgi hırsızlığı bu cihaz üzerinden yapılıyor, ihtilal, kaos-kargaşa bu cihaz ve teçhizatı tarafından organize ediliyor.
Küçük ama işlevi büyük…
Gelecek yazımda başka bir neden üzerinde tartışmak üzere…
Bilal Dursun YILMAZ