İzmir’e ilk gelişim 1990 yılının Temmuz-Ağustos aylarına tekabül etmektedir. Merhum amcazademin köylerden topladığı kurbanlıklarla birlikte bir kamyonla Çeşme’nin Reisdere köyüne gelmiştim. Amcazadelerim Alaçatı’da halam Reislere köyünde ikamet ediyordu. Amcazadelerim besi hayvancılığı yaparken halamlar ise çitçiydi. Çocukluğum bir dağ köyünde koyun-kuzu peşinde geçti. Şehir denince onun ne olduğunu bile tahayyül edemezdim. Şehir kelimesini duyardım ama neye benzediğini, insanların şehir demekten maksadının ne olduğunu da bilmezdim. Çünkü ortaokul yaşına kadar köyümden çıkıp ilçeye bile gitmemiştim. Bereket ki İzmir’de geldiğim yer de o günlerde bir köydü. Bugün jet sosyetenin, multi milyarderlerin yaşamayı tercih ettiği bir yer olsa da... Amcazadelerim dışında diğer akrabalarım Arnavut ve Boşnak ailelerden olduğu için etrafımda İzmir’in yerlisi sayılabilecek insanlar dışında kendi köyümü yansıtacak herhangi bir kültürel unsur yoktu. Reisdere köyüne Sivas’tan gelerek yerleşmiş bir aile vardı o aileyi tüm köy “beş çocuklu” diye çağırırdı. Yani henüz homojene olmamış dışarıdan gelenlerin yerel toplumla entegre olamadığı o yıllarda Türkiye’nin bir sınır ucu olan Artvin’den diğer sınır ucu olan İzmir’e gelmişim. Şehir kavramını bile bilmiyorum. O tarihte köy olan Alaçatı değirmenlerde eniştemle kahve gibi bir yerde otururken bana ne içeceğimi sormuştu ben bir şey istemediğimi söylediysem de eniştem “içmek zorundasın” diyerek tercih yapmamı istedi “çay mı gazoz mu”? Ben de çay nasılsa bildiğim şey bilmediğim şey olan gazozu tercih ettim keşke etmez olsaydım ilk defa içtiğim gazozun gazı burnumdan geldikçe ne işkence çekmiştim. Oturduğum yer Reisdere köyü muhitimiz Alaçatı, okulum ise Çeşme merkezdeki Namık Kemal Ortaokulu idi. Gidiş gelişim belediyenin koyduğu servisti. O otobüste gidip gelirken farkında olmadan benimle ne kadar çok dalga geçilirmiş sonradan fark ettim. Herkes benden Kürtçe konuşmamı isterdi. Ben ise kürdün, Kürtçenin ayrı bir millet, ayrı bir dil olduğunu bile bilmezdim. Çocukların kast ettiği Kürtçenin ise bizim köyün şivesi, ağzı olduğu sanırdım. Din dersi okulda en sevdiğim dersti öğretmen beni masaya çıkartır nasıl namaz kılınması gerektiğini göstermemi isterdi. Bunu yapardım ama otobüsle eve giderken de adeta bir sirk maymunu gibi muamelelere maruz kalırdım farkında olmadan… Çeşme’de bir sene kaldım sonra tekrar köye döndüm. Köyde televizyonumuz da olmadığı için Özal, Barışmanço sözcüklerinin bir kişi ismi olduğunu değil de bir nitelik olduğunu sanırdım. 1991 yılı seçimlerinde babam, “Özalcılıktan” feragat ederek “Erbakancı” olmuştu öyle diyorlardı ama o neydi bilmiyordum. 1993 yılında tekrar İzmir Karşıyaka’ya bu sefer dayılarımın yanına okumaya değil de berbere çırak olarak gönderilmiştim. Berberde çırakken gazete okuma alışkanlığım gelişti. Bu öyle bir hal aldı ki gazeteleri okumadan dükkânı süpüremez, kahvaltımı yapamazdım. Dayımın dükkâna aldığı gazete ise dönemin Yeni Asır gazetesiydi. Bu arada o dönem Türkiye’de “yeşil” moda olmaya başlamıştı. “Yeşil sermaye”, “yeşil pop”, “yeşil kozmetik” “yeşil turizm” vesaire elbette ki bu yeşil bildiğimiz doğa dostu yeşil değil, merhum Erbakan’la toplumsal tabana inen siyasal İslam düşüncesinin toplumsal karşılığı olan İslam’ın yeşiliydi. O yıllarda Türkiye’de alttan alta güçlenen bir muhafazakârlık hızla yayılıyordu. Siyasette Erbakan rüzgârı esiyor, ekonomide devletin yaptığı bazı büyük özelleştirmeleri mesela Petlas’ı Kombassan almış, Aytaç’ı Yimpaş almış, harem-selamlık 5 yıldızlı Caprice otel muhafazakâr kesime hizmet ediyor, onlarca İslami içerikli radyo frekansı yayılar yapıyordu. Tabi bu arada cemaat ve tarikatlarda bütün şevkleriyle her yerde varlıklarını hissettiriyordu. İslami hareketlerin tamamı Sırran Tenevveret modelini bırakmış hepsi görünür hale gelmişti. Bu yıllarda ben babadan iltisaklı bir “Erbakancıydım” okuduğum gazeteler o dönem medyasını bilenler bilir toplumda giderek makes bulan bu “yeşil” rüzgârını magazin şeklinde veriyorlardı. Ciddiye alan yoktu ama varlıkları da magazin basınına malzeme oluyordu. Erbakan'nın Versace markalı kravatları, kızının düğünü en çok konuşulan “yeşil sosyete” haberleriydi. İslamcılar henüz Müslüman olmuş Cat Stevens’ın (Yusuf İslam) İngilizce müziğini dinliyordu dönemin egemen basını “hiç biri İngilizce bilmeyen cahiller niye bilmedikleri bir dili dinliyorlar” diye akıllarınca “İslamcılarla” dalga geçiyorlardı. Sanki Michael Jackson’nı dinleyenlerin hepsi şakır şakır İngilizce konuşuyordu… Evet, sosyal ortam böyleydi. Kamuoyunu yönlendiren, gündem oluşturan medyanın ihtimal vermedikleri Erdoğan işte böylesi bir sosyolojide 1994’de İstanbul’a reis olmuştu. Gazetelerin yeşil gömlekli, takkeli, takunyalı karikatürize ettikleri Erdoğan hem de popülaritesi sınırları aşmış en iddialı aday Zülfü Livaneli karşısında İstanbul’u almıştı. Çocuktum ama epey politize olmuştum. Etki tepki kanunu gereği her gün okuduğum gazetelerin küfrettikleri siyasal İslam beni de sarmaya başlamıştı… Erdoğan İstanbul’u Gökçek Ankara’yı alınca egemenlerin nazarı itibara almadığı, dalga geçtikleri İslamcılar ürkütücü olmaya başlamıştı. Netice malum. Egemen güç olan ve devletin esas sahibinin kendileri olduğunu düşeneler karşılarında “yeşil pop, yeşil sermaye” diye magazinleştirdikleri alt kültür acaba devleti ele geçire bilir mi diye korku ve endişe ile 28 Şubat’ı bin yıl sürmesi kast ve niyetiyle hayata geçirdiler ve sonrası malum.
Benim kısa hayatımda gördüğüm bu ülkede hem siyasal İslam, hem demokratik sol, hem milliyetçiler iktidar olmayı başarmışlardır. Yaşam sürelerinin kısalığı başka saiklerle açıklanabilir. Lakin toplum sabit fikirli değildir. Israrla aynı yere oy vermemektedir…
Ak Parti’nin konjonktürel denklemde hesap edilemeyen 2003’teki iktidarı 2010’a kadar devletin esas sahibi olduğunu iddia eden gizli koruyucular (derin bürokrasi, derin askeri erk, derin oligarşi) dışında toplumun genelini rahatsız etmedi. Ne var ki Ak Parti’nin sürekli iktidarı, muhalefetin hep kaybetmesi ve siyasi liderlerin tabanlarını konsolide etmek için toplumu kutuplaştırmaları ve bundan da siyaseten karlı çıkmaları son 10 yılda toplumda derin bir yarık oluşturdu. Kazananlar devletin tüm mekanizmalarında hükmetmeye başlarken kaybedenler daha da içine kapandı. Kamuoyu müthiş bir suskunluk sarmalı içine girdi. Artık taraflar birbirinden nefret ediyordu, kaybedenler hep ilk fırsatı kolluyordu öç almak için... Tarafların birbirine demediği, laf söylemediği küfür yoktu. Tabi geleneksel medya hem tek tipleşmiş hem de belli kanunlarla sınırlandırılmış olduğundan tüm salvolar sosyal medyadan yapılıyordu. Aynı kurumda aynı masada çalışanlar birbirine muavenet ederken, ellerindeki “akıllı” cep telefonu ile de Facebook’tan şunları yazmaktan geri durmuyorlardı “AKP’ye oy verenlerin Allah belasını versin, AKP’ye oy veren beyinsizler” bi de bunların yanında argonun da argosu galiz sözler serbestçe yazılıyor, salyalar akıtılıyordu. Kaybedenlere göre bütün seçimler hileli, bütün oylar çalıntı, her şey şaibeliydi. Ya da toplum tam bir geri zekâlıydı. Sürekli Nesin’in o meşhur sözü refere ediliyordu.
Bu son İstanbul seçimi çok iyi oldu. Acaba 10 yıldır bu müzminlikle sövüp sayanlar durup diyorlar mı halktan büyük güç yoktur. Halk aptal da değildir. Sen ikana edersen şaibe, rüşvet kayırma hepsi bir heyuladır…