Çalışan eşler ve çocuklarının durumunu paylaşayım istiyorum.
Büyükşehirlerin acımasız yaşam koşullarının bir sonucu mudur? Yoksa anne de mutlaka çalışmalı düşüncesi midir? Kanaat kavramımızın hızla yok olmasından mıdır? Bilemiyorum… Ama bedelini çocuklarımızın ödediği bir gerçek. Anne sevgisine en çok ihtiyaç duyduğu zamanda, annesini yanında bulamamak… Çok zor olsa gerek…Sabah işe giderken kreşe bırakılan çocukların “Annee gitmeee!”çığlıkla ağlamalarına defalarca tanık olmuşumdur.. Çocuğun büyüdüğünde sevgi gibi güzel duygularının da eksik olması kaçınılmaz… Kreşe kayıt yaptıran birine kurum sorumlusunun annesinin bir kazağını istemesi ilginçtir. Anne kokusuyla uyumasının önemi…
Dilerseniz bir hikâye ile konuyu pekiştirelim.
Kapıdan içeri gire girmez bağırdı. Anne! Biliyor musun bu gün kreşte ne oldu?”
-“Görmüyor musun telefonla konuşuyorum!” Hiç kimsenin sevdiği şey birbirine benzemiyordu. Annesi telefonu, babası arabayı seviyordu. Her şey erteleniyordu telefon ve araba söz konusu olduğunda… Bir de eve misafir gelecek olduğu mu kendisine hiç yer kalmıyordu. Nerelere gitsindi? Annesi kapattı telefonu. Mutfaktan tencere, kaşık sesleri geliyordu. Koşarak yanına gitti.
-“Sana yardım edeyim mi?” dedi en sevimli halini takınarak. Annesi manalı manalı baktı.
-“Hayırdır? Bir yaramazlık filan…Bak bir de senle uğraşmayayım! Çok yorgunum zaten!” Yorgunluk nasıl bir şeydi? Bazen elinde oyuncağıyla uykuya daldığında anneannesi oyuncağı yavaşça elinden alır;
-“Nasıl yorulmuş yavrucak?! Uykunun gül kokulu kolları seni sarsın seni!” diyerek alnına bir öpücük konduruverirdi. Yorgunluk gül kokulu bir uykuya dalmaksa eğer, ne diye ne diye annesi kendisiyle böyle kızgın kızgın konuşuyordu?
-“Anneciğim! Yorulduğun zaman gül kokulu uykulara dalarsın. Anneannem öyle söylüyor. “
-“Uykuya dalayım da gül kokuları eksik kalsın. Yorgunluktan ölüyorum!” Bu kelimeden nefret ediyordu: Yorgunum… Yorgun olduğumdan…Böyle yorgun yorgunken…
-“Anneciğim sen yorulma diye…”
-“Yemekte konuşuruz oğlum! Bankada işler yetişmedi. Baban gelene kadar bunları yetiştirmem lazım. Hadi sen oyna biraz!”
-“Hani siz yoruluyorsunuz ya…”
-“Eeee…”
-“Ben de oynamaktan yoruluyorum!”
-“Ne yapayım?”
-“Bilmem…”
Yapılmaması gerekenleri biliyordu da büyükler, yapılması gerekenleri hiç bilmiyorlardı. Işıklar söndü birden. Annesi öfkeyle söylenmeye başladı. “Mum da yok!” diye karıştırdı el yordamıyla dolapları. Çocuk sırtüstü dönüp anneannesinin köyünü düşündü. Gaz lambasının ışığında deli tavşan masalını anlatışını. Deli tavşanın duvardaki aksini getirdi gözlerinin önüne. Anneannesi gibi iki elini birleştirip işaret parmaklarını yukarı kaldırarak tavşan kafası yaptı. “Bak deli tavşan! Diyerek parmaklarını oynattı. Yoldan geçen arabaların farları duvardaki tavşana yol açtı. Tavşan alabildiğine hür dolaştı sağda solda. Otlarla kuşlarla konuştu. Sonra yorgun düştü. Duvardaki görüntü o minik avuçların açılmasıyla kayboldu. Kolu yavaşça kanepeden aşağı sarktı. Neden sonra ışıklar geldi. Kadın çocuğun hiç konuşmadığını fark etti birden. Kanepeye koştu. Küçücük dizlerini karnına doğru çekerek uykuya dalmıştı. Masanın üstündeki dosyalara baktı iğrenerek. Dindirilmez bir pişmanlık doldurdu içini. Uyandırmaktan korka korka küçük alnına bir öpücük kondurdu. Çocuk sanki bu öpücüğü bekliyormuşçasına
-“İşin bitince beni sever misin ANNE! Dedi.
Kadın, sevilmek için randevu alan çocuğuna bakarak sabaha kadar ağladı.
Okurken içinizin sızladığını hissediyorum. Gerçekten böyle bir sonuç için değer mi? Bazen kreş değil de ev ortamından ayrılmasın diye bakıcı tutarız. Aslında her şey çocuklarımızın geleceği içindir… Daha çok kazanırsak çocuğumuz için daha güzel yarınlar olacak duygusudur… Artılar vardır muhakkak, paylaşma vs gibi. Ama bakıcı veya kreşler annenin şefkatini, merhametini sevgisini ne kadar verebilir ki?... Ağladığında, üzüldüğünde anneye sarılmanın o müthiş hazzını…
Ailenin tek ve son bebeğiydi. 18 aylık olunca konuşmaya başlamış ve söylediği ilk kelime, hayatta en çok sevdiği kişininki olmuştu: ANNE.
Bebek aynı bedenin bir parçası olduğunu idrak edemiyordu ama onu canı kadar sevdiğini ve onsuz yapamayacağını çok iyi biliyordu. Allah’ım sütünü içtikten sonra onun sıcacık kolları arasında uyumak ve uyandığında yine onu başucunda görmek ne doyulmaz bir saadetti!
Bebeğin mutluluğu fazla uzun sürmedi. Annesi onun masraflarını bahane ederek babasının “şef” olduğu bankada çalışmaya başlamış ve “erkeklere taş çıkaran yaman iş kadını” olmuştu. Artık yavrucak, sabahları gözünü açtığında kendisini öpücüklere boğan gül kokulu annesinin yerine, plastik kokulu bir çiklet çiğneyen ve “dadı” olduğunu söyleyen kara-kuru bir kadınla karşılaşıyordu. Bu durumda çocuğun yapabileceği tek şey, avazı çıktığı kadar bağırıp ağlamaktan ibaretti. Fakat gözüne dadıdan çok cadı gibi görünen o kadının kemikli parmaklarıyla attığı ustalıklı çimdikler onu doğduğuna bin defa pişman ediyordu.
Bebek bir ay zarfında diğer çocuklardan farklı olarak ağlamamayı öğrenmiş, annesine kavuşacağı saate kadar dadısıyla birlikte TV seyretmeye alışmıştı.
Babası nüfus artışını “memleketin geleceği için bir tehlike” olarak gördüğünden oldum olası bebeğe soğuk davranır ve anasıra uzaktan laf atmanın dışında ona pek yüz vermezdi. Bu sebeple yavrucak tek tesellisi olan annesinin dönüşünü dört gözle bekler, kucağına atılmakta gecikmemek için dış kapının yanında oyalanırdı. Fakat artık buram buram sigara dumanı kokan annesi gelir gelmez ev işlerine koyulur, onu alelacele doyurduktan sonra kendi odalarından çıkartıp, yan odaya aldıkları yatağına bırakırdı. Bebek bu durumda yine ağlamamaya çalışır ve eskiden anneciğinden duyduğu o güzelim ninnileri mırıldanarak uykuya dalardı.
Bebek 2 yaşına bastığında annesi ona kafesinde zıplayıp duran bir muhabbet kuşu hediye etti. Artık yavrucak asık suratlı dadısının yerine onunla konuşuyordu. “Anne bankaya gitti. Anne bankaya gitti!” Diyerek şikâyette bulunuyordu.
Anne ve babası bu isabetli hediyelerinden dolayı yavrularının YALNIZLIK çekmediğine inanıyor, bu yüzden yeni aldıkları arabanın taksitlerini kolaylaştırmak için tatil günlerinde de mesai yapıyorlardı.
Kuş belki de ayrı bırakıldığı sevdiklerine kavuşabilmek gayretiyle günün birinde kafesin açık bırakılan kapısından uçup gitti. Son arkadaşını kaybeden bebeğin onu yakalamak için uzanan elleri havada kalmış, uzun zamandır dökülmeyen gözyaşları inci gibi ardı ardına sıralanmıştı. Kuşun uçtuğu yöne doğru mahzun mahzun bakarken şöyle mırıldandı bebecik. KUŞ DA BANKAYA GİTTİ, KUŞ DA BANKAYA GİTTİ, KUŞ DA BANKAYA GİTTİ!...”
Sonucunda bencil, yalnız, güvensiz, maddiyatı yaşamının göbeğine koymuş bir insan olarak hayatımızı tüketiyoruz..
Anasayfa
Yazarlar
Ergün DUR
Yazı Detayı
Bu yazı 1693+ kez okundu.
ÇALIŞAN EŞLER VE ÇOCUKLARI
Çalışan eşler ve çocuklarının durumunu paylaşayım istiyorum.
Büyükşehirlerin acımasız yaşam koşullarının bir sonucu mudur? Yoksa anne de mutlaka çalışmalı düşüncesi midir? Kanaat kavramımızın hızla yok olmasından mıdır? Bilemiyorum… Ama bedelini çocuklarımızın ödediği bir gerçek. Anne sevgisine en çok ihtiyaç duyduğu zamanda, annesini yanında bulamamak… Çok zor olsa gerek…Sabah işe giderken kreşe bırakılan çocukların “Annee gitmeee!”çığlıkla ağlamalarına defalarca tanık olmuşumdur.. Çocuğun büyüdüğünde sevgi gibi güzel duygularının da eksik olması kaçınılmaz… Kreşe kayıt yaptıran birine kurum sorumlusunun annesinin bir kazağını istemesi ilginçtir. Anne kokusuyla uyumasının önemi…
Dilerseniz bir hikâye ile konuyu pekiştirelim.
Kapıdan içeri gire girmez bağırdı. Anne! Biliyor musun bu gün kreşte ne oldu?”
-“Görmüyor musun telefonla konuşuyorum!” Hiç kimsenin sevdiği şey birbirine benzemiyordu. Annesi telefonu, babası arabayı seviyordu. Her şey erteleniyordu telefon ve araba söz konusu olduğunda… Bir de eve misafir gelecek olduğu mu kendisine hiç yer kalmıyordu. Nerelere gitsindi? Annesi kapattı telefonu. Mutfaktan tencere, kaşık sesleri geliyordu. Koşarak yanına gitti.
-“Sana yardım edeyim mi?” dedi en sevimli halini takınarak. Annesi manalı manalı baktı.
-“Hayırdır? Bir yaramazlık filan…Bak bir de senle uğraşmayayım! Çok yorgunum zaten!” Yorgunluk nasıl bir şeydi? Bazen elinde oyuncağıyla uykuya daldığında anneannesi oyuncağı yavaşça elinden alır;
-“Nasıl yorulmuş yavrucak?! Uykunun gül kokulu kolları seni sarsın seni!” diyerek alnına bir öpücük konduruverirdi. Yorgunluk gül kokulu bir uykuya dalmaksa eğer, ne diye ne diye annesi kendisiyle böyle kızgın kızgın konuşuyordu?
-“Anneciğim! Yorulduğun zaman gül kokulu uykulara dalarsın. Anneannem öyle söylüyor. “
-“Uykuya dalayım da gül kokuları eksik kalsın. Yorgunluktan ölüyorum!” Bu kelimeden nefret ediyordu: Yorgunum… Yorgun olduğumdan…Böyle yorgun yorgunken…
-“Anneciğim sen yorulma diye…”
-“Yemekte konuşuruz oğlum! Bankada işler yetişmedi. Baban gelene kadar bunları yetiştirmem lazım. Hadi sen oyna biraz!”
-“Hani siz yoruluyorsunuz ya…”
-“Eeee…”
-“Ben de oynamaktan yoruluyorum!”
-“Ne yapayım?”
-“Bilmem…”
Yapılmaması gerekenleri biliyordu da büyükler, yapılması gerekenleri hiç bilmiyorlardı. Işıklar söndü birden. Annesi öfkeyle söylenmeye başladı. “Mum da yok!” diye karıştırdı el yordamıyla dolapları. Çocuk sırtüstü dönüp anneannesinin köyünü düşündü. Gaz lambasının ışığında deli tavşan masalını anlatışını. Deli tavşanın duvardaki aksini getirdi gözlerinin önüne. Anneannesi gibi iki elini birleştirip işaret parmaklarını yukarı kaldırarak tavşan kafası yaptı. “Bak deli tavşan! Diyerek parmaklarını oynattı. Yoldan geçen arabaların farları duvardaki tavşana yol açtı. Tavşan alabildiğine hür dolaştı sağda solda. Otlarla kuşlarla konuştu. Sonra yorgun düştü. Duvardaki görüntü o minik avuçların açılmasıyla kayboldu. Kolu yavaşça kanepeden aşağı sarktı. Neden sonra ışıklar geldi. Kadın çocuğun hiç konuşmadığını fark etti birden. Kanepeye koştu. Küçücük dizlerini karnına doğru çekerek uykuya dalmıştı. Masanın üstündeki dosyalara baktı iğrenerek. Dindirilmez bir pişmanlık doldurdu içini. Uyandırmaktan korka korka küçük alnına bir öpücük kondurdu. Çocuk sanki bu öpücüğü bekliyormuşçasına
-“İşin bitince beni sever misin ANNE! Dedi.
Kadın, sevilmek için randevu alan çocuğuna bakarak sabaha kadar ağladı.
Okurken içinizin sızladığını hissediyorum. Gerçekten böyle bir sonuç için değer mi? Bazen kreş değil de ev ortamından ayrılmasın diye bakıcı tutarız. Aslında her şey çocuklarımızın geleceği içindir… Daha çok kazanırsak çocuğumuz için daha güzel yarınlar olacak duygusudur… Artılar vardır muhakkak, paylaşma vs gibi. Ama bakıcı veya kreşler annenin şefkatini, merhametini sevgisini ne kadar verebilir ki?... Ağladığında, üzüldüğünde anneye sarılmanın o müthiş hazzını…
Ailenin tek ve son bebeğiydi. 18 aylık olunca konuşmaya başlamış ve söylediği ilk kelime, hayatta en çok sevdiği kişininki olmuştu: ANNE.
Bebek aynı bedenin bir parçası olduğunu idrak edemiyordu ama onu canı kadar sevdiğini ve onsuz yapamayacağını çok iyi biliyordu. Allah’ım sütünü içtikten sonra onun sıcacık kolları arasında uyumak ve uyandığında yine onu başucunda görmek ne doyulmaz bir saadetti!
Bebeğin mutluluğu fazla uzun sürmedi. Annesi onun masraflarını bahane ederek babasının “şef” olduğu bankada çalışmaya başlamış ve “erkeklere taş çıkaran yaman iş kadını” olmuştu. Artık yavrucak, sabahları gözünü açtığında kendisini öpücüklere boğan gül kokulu annesinin yerine, plastik kokulu bir çiklet çiğneyen ve “dadı” olduğunu söyleyen kara-kuru bir kadınla karşılaşıyordu. Bu durumda çocuğun yapabileceği tek şey, avazı çıktığı kadar bağırıp ağlamaktan ibaretti. Fakat gözüne dadıdan çok cadı gibi görünen o kadının kemikli parmaklarıyla attığı ustalıklı çimdikler onu doğduğuna bin defa pişman ediyordu.
Bebek bir ay zarfında diğer çocuklardan farklı olarak ağlamamayı öğrenmiş, annesine kavuşacağı saate kadar dadısıyla birlikte TV seyretmeye alışmıştı.
Babası nüfus artışını “memleketin geleceği için bir tehlike” olarak gördüğünden oldum olası bebeğe soğuk davranır ve anasıra uzaktan laf atmanın dışında ona pek yüz vermezdi. Bu sebeple yavrucak tek tesellisi olan annesinin dönüşünü dört gözle bekler, kucağına atılmakta gecikmemek için dış kapının yanında oyalanırdı. Fakat artık buram buram sigara dumanı kokan annesi gelir gelmez ev işlerine koyulur, onu alelacele doyurduktan sonra kendi odalarından çıkartıp, yan odaya aldıkları yatağına bırakırdı. Bebek bu durumda yine ağlamamaya çalışır ve eskiden anneciğinden duyduğu o güzelim ninnileri mırıldanarak uykuya dalardı.
Bebek 2 yaşına bastığında annesi ona kafesinde zıplayıp duran bir muhabbet kuşu hediye etti. Artık yavrucak asık suratlı dadısının yerine onunla konuşuyordu. “Anne bankaya gitti. Anne bankaya gitti!” Diyerek şikâyette bulunuyordu.
Anne ve babası bu isabetli hediyelerinden dolayı yavrularının YALNIZLIK çekmediğine inanıyor, bu yüzden yeni aldıkları arabanın taksitlerini kolaylaştırmak için tatil günlerinde de mesai yapıyorlardı.
Kuş belki de ayrı bırakıldığı sevdiklerine kavuşabilmek gayretiyle günün birinde kafesin açık bırakılan kapısından uçup gitti. Son arkadaşını kaybeden bebeğin onu yakalamak için uzanan elleri havada kalmış, uzun zamandır dökülmeyen gözyaşları inci gibi ardı ardına sıralanmıştı. Kuşun uçtuğu yöne doğru mahzun mahzun bakarken şöyle mırıldandı bebecik. KUŞ DA BANKAYA GİTTİ, KUŞ DA BANKAYA GİTTİ, KUŞ DA BANKAYA GİTTİ!...”
Sonucunda bencil, yalnız, güvensiz, maddiyatı yaşamının göbeğine koymuş bir insan olarak hayatımızı tüketiyoruz..
Ekleme
Tarihi: 27 Eylül 2018 - Perşembe
ÇALIŞAN EŞLER VE ÇOCUKLARI
Yazıya ifade bırak !
Bu yazıya hiç ifade kullanılmamış ilk ifadeyi siz kullanın.
Okuyucu Yorumları
(0)
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.