Mesut Köseoğlu
Köşe Yazarı
Mesut Köseoğlu
 

ÖĞRETMENLİK ÜZERİNE

ÖĞRETMENLİK ÜZERİNE  Uzaktan eğitim beraberinde birçok soru, konu ve kıyaslama getirdi. “Uzaktan Uzaktan” isimli yazımızda sınıf ortamı içerisindeki sıcak havanın bilmem kaç inç’lik ekranlara sığamayacağından bahsetmiştik. Yine de öğretmenler ellerinden gelenin üstüne çıkarak tebessümleriyle, esprileriyle, sevgi dolu gözleriyle o samimiyeti aktarmaya gayret gösteriyorlar. Lise yıllarındayken çok hakim olmadığım bir konuydu üniversite. “Hangi üniversiteye gideceğim, hangi bölümde okuyacağım, neden bu bölümü seçiyorum?” gibi birçok soru olur insanın kafasında. Bende hiçbiri yoktu. Tek bildiğim ve kendimi işin icracısı olarak düşündüğüm meslek öğretmenlik olmuştu. Çünkü başka meslekler hakkında kimse bir yönlendirme yahut bilgilendirme yapmamıştı. Klasik anne baba bakışıyla öğretmenliğe yönlendirildim. Bir taraftan içimde yanan sanat aşkı tüm benliğimi kaplamışken hem de. Radyo, televizyon, konservatuvarın ismini bile anamıyordum. Kader-i İlahidir ki eğitimci olacakmışız. Üniversite yıllarında öğretmenlik noktasında çok şey öğrendim. Fakat bu işin ne kadar yürek gerektirdiğini, ne kadar gönülden ve severek yapılması gerektiğini kavramam okulun son senesine tekabül ediyor. Bir öğretmenler günü programı için Kdz. Ereğli’de bir kültür merkezindeydik. Türkiye’de eğitim bilimi alanında çok kıymetli isimler, bir panel gerçekleştirecekti. Hocalardan birinin, ismini üzülerek hatırlayamıyorum, anlattığı bir hatıra hiç unutamadığım bir hatıra olmuştu bende. Hocamız akademik dünyaya girmeden evvel bir köy okuluna öğretmen olarak atanmış. Atanmış ama bin pişman. Doğru düzgün bir okul değil, şehir merkezine kilometrelerce uzaklıkta, en temel ihtiyaçların bile karşılanması müşkül. Derslere girip çıkıyor ama büyük bir inkisar-ı hayal yaşıyor. Hayal ettiği öğretmenlik bu değildi. Rahat iş diye anlatmışlardı öğretmenliği. Oysa oturduğu eve bile ev demek bin şahit istiyordu burada. Bir gün sınıfta ders işlemeye çalışırken soba ile alakalı bir sıkıntı mı olmuş neymiş, iyice sabrının sonlarına gelmiş. Öfkesini sınıfta söyleme gafletine düşmüş. “Yeter artık ya! Şu tayin dönemi gelsin de artık kurtulayım şu viranelikten. Doğru düzgün yemek yiyecek yer bile yok. Okulda soba yak. Evde çatı damlasın. Bunun için mi öğretmen olduk?” diye veryansın etmiş. Sakinleştikten sonra kaldığı yerden devam etmiş. Olaydan birkaç gün sonra Rukiye isimli bir öğrencisi yanına gelerek: “Öğretmenim, geçen gün dediniz ya yemek yiyecek yer yok diye, anneme söyledim. Bundan sonra öğlenleri size evden yemek gönderecek. Hem ev yemeği yemiş olursunuz. Böyle olursa gitmezsiniz değil mi öğretmenim?” Rukiye’ye teşekkür edip yemeğin tadına bakmış. Gerçekten çok güzel bir ev yemeği. Tabi velilerin bu şekilde sahip çıkmasından etkilenmiş ama kararını da çok değiştirmemiş. Taşıma suyla bir yere kadar, diyerek dört gözle tayin zamanını beklemiş. Her gün ev yapımı yemekler geliyor, çok yetmese de hiç yoktan iyidir diyerek şükrediyor hoca. Dönemin ortasında bir veli toplantısı için velilere haber gönderiyor. Hem genel bir değerlendirme hem de bir teşekkür fırsatı olarak düşünüyor.  Toplantı bitiminde Rukiye’nin annesinin yanına giderek “Hanımefendi, her gün sefer tasıyla bana ev yemekleri gönderiyorsunuz. Mahcup olsam da lezzetle yiyorum. Ellerinize sağlık. Burada yemek yemek için hiçbir yer yok malum. İyi geliyor. Teşekkür ediyorum.” Kadın bu sözlere şaşkınlıkla bakarak mukabele ediyor. “Hocam ben size hiç yemek göndermedim. Sadece Rukiye için sefer tasına bir şeyler koyuyorum. Ama bilsem daha başka yemekler de yapardım.” O an öğretmen beyninden vurulmuşa dönüyor. Rukiye, aylarca kendi yiyeceği iki kaşık yemeği öğretmenine vermişti. Her öğlen aç kalmıştı. Ne için? Öğretmeni onları bırakıp gitmesin diye.  Öğretmenimiz orada dakikalarca ağladı. Biz de salonda kendisini dinlerken gözyaşları içinde kalmıştık.  “Şimdi, diyordu, nasıl sınıfa her girdiğinde Rukiye’nin gözlerine bakınca ağlamayacaktım. Nasıl karşımda ışıl ışıl bana bakan gözler “Öğretmenim, bizi bırakıp gitme. Biz senden çok şey öğreneceğiz.” diye yalvarırken nasıl gideceğim?” Geçtiğimiz günlerde bir İngilizce öğretmeni Eba Tv’de malumunuz olduğu üzere ilkokul için ders anlatıyordu. Eğitimle, öğretmenlikle uzaktan yakından alakası olmayanlar, hiç kimseye hiçbir şey öğretebilecek potansiyele sahip olmayanlar dalga geçtiler öğretmenimizle. Varsın geçsinler. Çocukların ve öğretmenlerin gözlerindeki ışıltı bütün karanlıkları dağıtır. Hadi ben de küçük bir hatıramı anlatayım. Görev yaptığım bir okulda bir beşinci sınıf öğrencisi. Fakat okuma yazma noktasında pek bir yol kat edemediği için büyük sıkıtılar çekiyor dersleri takip etme noktasında. Kimse de yakından ilgilenmemiş, herkes anlamadığı için hor görmüş. Okulun Türkçe öğretmeni olarak iş başa düştü tabi. Haftanın belli saatlerinde onunla okuma yazma çalıştık. Ne okuduk? Tabi ki şiir. Güzel çocuk şiirlerinden örnekler getirdim ona. Okuduk, yazdık. Bir senenin sonunda rahatlıkla okuyup yazabilen bir konuma geldi öğrencimiz. Bir derste okuma metni üzerinden ders işleyecektik. Normalde çekingen bir şekilde, aman hoca beni seçmesin, diye sıranın arkasına saklanan öğrencim el kaldırdı. “Öğretmenim, ben okuyabilir miyim?”. “Tabii ki, oku bakalım.” Bir anda sırasından fırladı, tahtaya geldi. “Yerinden okusaydın, niye buraya kadar geldin?” dedim saçını okşayarak.  “Öğretmenim, daha önceki okulumda öğretmen beni tahtaya kaldırıp bir yazı okutacaktı. Ben o zaman okuyamamıştım. Çok utanmıştım. Şimdi okumak istiyorum.” Gözlerim dolu dolu “Haydi, oku bakalım.” diyebildim sadece. Öğretmenin çektiği sıkıntıların karşılığı ay sonunda atm’den ödemez dostlar. Bir öğrencisinin onu görünce sevgiyle bakan gözleri, mükafatların en büyüğüdür. Mesut Köseoğlu
Ekleme Tarihi: 16 Nisan 2020 - Perşembe

ÖĞRETMENLİK ÜZERİNE

ÖĞRETMENLİK ÜZERİNE 

Uzaktan eğitim beraberinde birçok soru, konu ve kıyaslama getirdi. “Uzaktan Uzaktan” isimli yazımızda sınıf ortamı içerisindeki sıcak havanın bilmem kaç inç’lik ekranlara sığamayacağından bahsetmiştik. Yine de öğretmenler ellerinden gelenin üstüne çıkarak tebessümleriyle, esprileriyle, sevgi dolu gözleriyle o samimiyeti aktarmaya gayret gösteriyorlar.
Lise yıllarındayken çok hakim olmadığım bir konuydu üniversite. “Hangi üniversiteye gideceğim, hangi bölümde okuyacağım, neden bu bölümü seçiyorum?” gibi birçok soru olur insanın kafasında. Bende hiçbiri yoktu. Tek bildiğim ve kendimi işin icracısı olarak düşündüğüm meslek öğretmenlik olmuştu. Çünkü başka meslekler hakkında kimse bir yönlendirme yahut bilgilendirme yapmamıştı. Klasik anne baba bakışıyla öğretmenliğe yönlendirildim. Bir taraftan içimde yanan sanat aşkı tüm benliğimi kaplamışken hem de. Radyo, televizyon, konservatuvarın ismini bile anamıyordum.
Kader-i İlahidir ki eğitimci olacakmışız. Üniversite yıllarında öğretmenlik noktasında çok şey öğrendim. Fakat bu işin ne kadar yürek gerektirdiğini, ne kadar gönülden ve severek yapılması gerektiğini kavramam okulun son senesine tekabül ediyor.
Bir öğretmenler günü programı için Kdz. Ereğli’de bir kültür merkezindeydik. Türkiye’de eğitim bilimi alanında çok kıymetli isimler, bir panel gerçekleştirecekti. Hocalardan birinin, ismini üzülerek hatırlayamıyorum, anlattığı bir hatıra hiç unutamadığım bir hatıra olmuştu bende.
Hocamız akademik dünyaya girmeden evvel bir köy okuluna öğretmen olarak atanmış. Atanmış ama bin pişman. Doğru düzgün bir okul değil, şehir merkezine kilometrelerce uzaklıkta, en temel ihtiyaçların bile karşılanması müşkül. Derslere girip çıkıyor ama büyük bir inkisar-ı hayal yaşıyor. Hayal ettiği öğretmenlik bu değildi. Rahat iş diye anlatmışlardı öğretmenliği. Oysa oturduğu eve bile ev demek bin şahit istiyordu burada.
Bir gün sınıfta ders işlemeye çalışırken soba ile alakalı bir sıkıntı mı olmuş neymiş, iyice sabrının sonlarına gelmiş. Öfkesini sınıfta söyleme gafletine düşmüş. “Yeter artık ya! Şu tayin dönemi gelsin de artık kurtulayım şu viranelikten. Doğru düzgün yemek yiyecek yer bile yok. Okulda soba yak. Evde çatı damlasın. Bunun için mi öğretmen olduk?” diye veryansın etmiş. Sakinleştikten sonra kaldığı yerden devam etmiş.
Olaydan birkaç gün sonra Rukiye isimli bir öğrencisi yanına gelerek: “Öğretmenim, geçen gün dediniz ya yemek yiyecek yer yok diye, anneme söyledim. Bundan sonra öğlenleri size evden yemek gönderecek. Hem ev yemeği yemiş olursunuz. Böyle olursa gitmezsiniz değil mi öğretmenim?”
Rukiye’ye teşekkür edip yemeğin tadına bakmış. Gerçekten çok güzel bir ev yemeği. Tabi velilerin bu şekilde sahip çıkmasından etkilenmiş ama kararını da çok değiştirmemiş. Taşıma suyla bir yere kadar, diyerek dört gözle tayin zamanını beklemiş.
Her gün ev yapımı yemekler geliyor, çok yetmese de hiç yoktan iyidir diyerek şükrediyor hoca. Dönemin ortasında bir veli toplantısı için velilere haber gönderiyor. Hem genel bir değerlendirme hem de bir teşekkür fırsatı olarak düşünüyor. 
Toplantı bitiminde Rukiye’nin annesinin yanına giderek “Hanımefendi, her gün sefer tasıyla bana ev yemekleri gönderiyorsunuz. Mahcup olsam da lezzetle yiyorum. Ellerinize sağlık. Burada yemek yemek için hiçbir yer yok malum. İyi geliyor. Teşekkür ediyorum.”
Kadın bu sözlere şaşkınlıkla bakarak mukabele ediyor. “Hocam ben size hiç yemek göndermedim. Sadece Rukiye için sefer tasına bir şeyler koyuyorum. Ama bilsem daha başka yemekler de yapardım.”
O an öğretmen beyninden vurulmuşa dönüyor. Rukiye, aylarca kendi yiyeceği iki kaşık yemeği öğretmenine vermişti. Her öğlen aç kalmıştı. Ne için? Öğretmeni onları bırakıp gitmesin diye. 
Öğretmenimiz orada dakikalarca ağladı. Biz de salonda kendisini dinlerken gözyaşları içinde kalmıştık. 
“Şimdi, diyordu, nasıl sınıfa her girdiğinde Rukiye’nin gözlerine bakınca ağlamayacaktım. Nasıl karşımda ışıl ışıl bana bakan gözler “Öğretmenim, bizi bırakıp gitme. Biz senden çok şey öğreneceğiz.” diye yalvarırken nasıl gideceğim?”
Geçtiğimiz günlerde bir İngilizce öğretmeni Eba Tv’de malumunuz olduğu üzere ilkokul için ders anlatıyordu. Eğitimle, öğretmenlikle uzaktan yakından alakası olmayanlar, hiç kimseye hiçbir şey öğretebilecek potansiyele sahip olmayanlar dalga geçtiler öğretmenimizle. Varsın geçsinler. Çocukların ve öğretmenlerin gözlerindeki ışıltı bütün karanlıkları dağıtır.
Hadi ben de küçük bir hatıramı anlatayım. Görev yaptığım bir okulda bir beşinci sınıf öğrencisi. Fakat okuma yazma noktasında pek bir yol kat edemediği için büyük sıkıtılar çekiyor dersleri takip etme noktasında. Kimse de yakından ilgilenmemiş, herkes anlamadığı için hor görmüş.
Okulun Türkçe öğretmeni olarak iş başa düştü tabi. Haftanın belli saatlerinde onunla okuma yazma çalıştık. Ne okuduk? Tabi ki şiir. Güzel çocuk şiirlerinden örnekler getirdim ona. Okuduk, yazdık. Bir senenin sonunda rahatlıkla okuyup yazabilen bir konuma geldi öğrencimiz.
Bir derste okuma metni üzerinden ders işleyecektik. Normalde çekingen bir şekilde, aman hoca beni seçmesin, diye sıranın arkasına saklanan öğrencim el kaldırdı. “Öğretmenim, ben okuyabilir miyim?”. “Tabii ki, oku bakalım.” Bir anda sırasından fırladı, tahtaya geldi. “Yerinden okusaydın, niye buraya kadar geldin?” dedim saçını okşayarak. 
“Öğretmenim, daha önceki okulumda öğretmen beni tahtaya kaldırıp bir yazı okutacaktı. Ben o zaman okuyamamıştım. Çok utanmıştım. Şimdi okumak istiyorum.”
Gözlerim dolu dolu “Haydi, oku bakalım.” diyebildim sadece.
Öğretmenin çektiği sıkıntıların karşılığı ay sonunda atm’den ödemez dostlar. Bir öğrencisinin onu görünce sevgiyle bakan gözleri, mükafatların en büyüğüdür.
Mesut Köseoğlu

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve habergundemim.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.