KOCA KUDÜS ’TE BİR ONBAŞI HASAN.
Gazeteci sayın Murat Bardakçı’nın babası, merhum İlhan BARDAKÇI bu yazıyı hatıralarında paylaşmıştır. Sonuna kadar okumanızı istirham ediyorum, gözleriniz dolacak....
KUDÜS NASIL ELDEN GİTTİ!
OKUYUN VE NE DEMEK İSTEDİĞİMİ ANLAYIN LÜTFEN.
Yıllar önceydi, sene 1972. O zamanlar genç bir gazeteciydim. Türkiye’den bazı siyasiler ve iş adamları İsrail’e resmi bir ziyarette bulunuyorlardı. Biz de gelişmeleri izlemek için oradaydık. Bir sıcak mayıs akşamıydı, her ziyarette olduğu gibi sıradan bir işti anlayacağınız.
Ziyaretin dördüncü günü bize tarihi ve turistik yerleri gezdirmeye başladılar, kafile olarak Mescid-i Aksa’ya vardık. Heyecanlanmıştım, asırlık merdivenlerden yukarı çıkarken.
Üstteki avluya ‘on iki bin şamdanlı avlu’ diyorlar. Yavuz Sultan Selim Han, Kudüs’e gelince bu avluda on iki bin şamdan mum yaktırmış. Koca Osmanlı ordusu yatsı namazını o mumların ışığında kılmış, avlunun adı oradan geliyor.
Avlunun kenarında ayakta duran biri dikkatimi çekti, doksan yaşlarında bir adam… Üzerinde kendinden daha yaşlı bir asker üniforması; her yanı yama içinde, hatta bazı yamaların bile tekrar yamanmış olduğu bir elbise... Asırlık ağaçların gövdesindeki halkalar misali yamaları yaşını göstermeye çalışıyordu sanki.
Orada ayakta bekliyordu, sırtına zorla yapıştırılmış gibi duran hafif kamburu da olmasa dimdik duracaktı. İki metreye yakın boyu ile yaşlıydı ama bir o kadar da vakur. Şaşırmıştım.
‘Acaba bu adam bu sıcakta güneş altında neden dikilip duruyor’ dedim içimden. Bizi gezdiren rehbere sordum:
- ‘Ben kendimi bildim bileli her gün buraya gelir. Akşama kadar bekler. Ne kimseyi dinler, ne de kimseyle konuşur. Sadece bekler, delinin teki herhalde.’ dedi.
Bu yaşta ve bu sıcakta sebepsiz beklemeyeceğini biliyordum. Bembeyaz sakalının hafif titremesi rüzgardan mıydı, senelerin bedene yüklediği ağır yükten mi bilemedim. Kafasında eski bir kalpak, sanki kanatlanıp gidecek bir kumru misali bekliyordu.
Konuşmakla konuşmamak arasında kararsız kaldım. Yanına yaklaştığımı fark etti, ama kımıldamadı.
- "Selamün aleyküm baba" dedim.
Başını biraz bana doğru çevirdi, durakladı ve çatallanmış titrek bir sesle;
- “Aleyküm selam oğul.” dedi.
- "Hayırdır baba sen kimsin, burada ne yapıyorsun?" dedim.
- “Ben...” dedi titreyen bir sesle.
- “Ben, Osmanlı Ordusu, Yirminci Kolordu, Otuz Altıncı Tabur, Sekizinci Bölük, On Birinci Ağır Makineli Tüfek Takımı Komutanı Onbaşı Hasan’ım.”
Sesinde titreme kalmamıştı. Genç bir askerin tekmil vermesi gibi tekrarladı:
- “Ben Iğdırlı Onbaşı Hasan’ım. Bizim bölük Cihan Harbi’nde Kanal Cephesi’nden İngiliz’e saldırdı. Cânım ordu Kanal’da yenildi. Artık geri çekilmek elzem idi. Ecdat yadigârı topraklar bir bir elden gidiyordu. İngiliz, sonra Kudüs’e dayandı, şehri işgal etti. Biz de Kudüs’te artçı bölük olarak bırakıldık” dedi.
Osmanlılar, İngiliz Kudüs'e girinceye kadar geçen zaman içinde mübarek belde yağmalanmasın diye oraya bir artçı bölük bırakır. Eskiden bir kenti ele geçiren devlet, asayiş görevi yapan yenik ordu askerlerine esir muamelesi yapmazmış. Zaten İngilizler de Kudüs’ü işgal ettikleri zaman halk çok tepki göstermesin diye küçük bir Osmanlı birliğinin şehirde kalmasını istemişler.
Sonra anlatmayı sürdürdü:
- “Bizim artçı bölük elli üç neferdi. Mütarekeden (Mondros Ateşkesi) sonra ordunun terhis edildiği haberi geldi. Başımızda kolağamız (yüzbaşı) vardı.
- ‘Aslanlarım, devletimiz müşkül vaziyettedir. Şanlı ordumuzu terhis ediyorlar ve beni İstanbul’a çağırıyorlar. Gitmem gerek, gitmezsem mütareke emrini çiğnemiş, emre itaatsizlik etmiş olurum. İçinizden isteyen memleketine avdet edebilir, ama beni dinlerseniz sizden tek isteğim var: Kudüs bize Sultan Selim Han Hazretleri’nin yadigârıdır. Siz burada nöbeti sürdürün. Sonra halk ‘Osmanlı da gitti, bundan sonra bizim halimiz nice olur!’ demesin. Fahri Kâinat Efendimiz’in ilk kıblesini Osmanlı'da terk ederse gâvura bayramdır. Siz, İslam’ın şerefini, Osmanlı’nın şanını ayaklar altına aldırmayın.’ dedi.
Bölüğümüz Kudüs’te kaldı. Sonra upuzun yıllar bir anda bitiverdi. Bölükteki kardeşler teker teker Cenab-ı Hakk’ın rahmetine kavuştu. Düşman değil de yıllar biçti geçti bizi. Bir ben kaldım buralarda. Bir ben, koca Kudüs’te bir Onbaşı Hasan.” dedi.
Alnından akan ter, gözyaşına karışıyor, kırış kırış olmuş yüzünde kendi yol bulup akıyordu. Konuşmaya devam etti:
- “Sana bir emanet var oğul, nice yıldır saklarım. Emaneti yerine teslim eden mi?” dedi.
- ‘Elbette’ dedim. Sanki Türkiye’ye haber göndermek için birini bekliyordu.
- “Anadolu’ya vardığında yolun Tokat sancağına düşerse Mescid-i Aksa’ya beni nöbetçi bırakıp burayı bana emanet eden kolağam Mustafa Kumandanımın yanına git. Ellerinden benim için öp ve de ki:
- ‘Kudüs’ü bekleyen 11. Makineli Takım Komutanı Iğdırlı Onbaşı Hasan o günden bu yana bıraktığın yerde nöbetinin başındadır. Nöbetini terk etmedi, tekmili tamamdır hayır dualarınızı beklemektedir kumandanım.’ de.”
-‘Tamam’, dedim.
Bir yandan gözyaşlarımı gizlemeye, öte yandan dediklerini not almaya çalışıyordum.
Nasırlı ellerine sarıldım sonra öptüm, öptüm.
- ‘Allah’a emanet ol baba’ dedim.
- “Sağ olasın oğul. Bizim için dünya gözü ile o mübarek Anadolu’yu görmek mümkün değil. Var sen selâm götür tanıdık tanımadık herkese.” dedi.
Kafileye geri döndüm, sanki bütün tarihimiz kitaplardan canlanmış da karşıma çıkmıştı. Rehbere durumu anlattım, duyduklarına inanamadı. Adresimi verdim ve bu askeri takip etmesini, bir şey olursa bana mutlaka haber etmesini istedim.
Türkiye’ye gelince verdiğim sözü yerine getirmek için Tokat’a gittim. Askerî kayıtlardan Kolağası Mustafa Efendi’nin izini buldum. Vefat edeli yıllar olmuştu. Sözümü yerine getirememiştim.
Ardından seneler birbirini kovaladı. 1982’de bir gün ajansa geldiğimde bir telgrafım olduğunu söylediler. Rehberden gelen bir tek cümle yazılıydı:
- “Mescid-i Aksa’yı bekleyen son Osmanlı askeri bugün öldü.”
(Merhum Gazeteci İlhan BARDAKÇI’nın aktardığı hatırasından uyarlanmıştır. )
Nesibe TÜKEL