Prof. Dr. Cahit Kurbanoğlu
Köşe Yazarı
Prof. Dr. Cahit Kurbanoğlu
 

Kutlu Doğum 40

KUTLU DOĞUM 40 O tanıtıcı ve tarif edici öğretmenimiz, sarayın sahibinden bize mesajlar aktarmaktadır. Bu sarayı kendini bize tanıtmak için yaptığını, iyilik ve ihsanlarıyla bize sevgisini gösterdiğini, bizim de onu sevmemiz gerektiğini bildirmektedir. Bakalım bu uyarmalara ahalinin davranışı nasıl olmaktadır? Konunun tamamını kaynağından okuyabilirsiniz.   Sonra, giren ahali iki güruha (gruba) ayrıldılar:   Birinci güruhu (bölüğü): Kendini tanımış ve aklı başında ve kalbi yerinde oldukları için,  o sarayın içindeki acaiplere (hayret verici şeylere) baktıkları zaman dediler:  "Bunda büyük bir iş var.” " Hem anladılar ki, beyhude (gayesiz) değil,  âdi (basit) bir oyuncak değil.”  Onun için merak ettiler.  "Acaba tılsımı (şifresi) nedir? İçinde ne var?" deyip düşünürken,  birden o muarrif üstadın (tanıtıcı öğretmenin) beyan ettiği (açıklamaya çalıştığı) nutkunu işittiler.  Anladılar ki, bütün esrarın (sırların) anahtarları ondadır.  Ona müteveccihen (yönelerek) gittiler ve dediler:   "Esselâmü aleyke yâ eyyühe'l-üstad! (Sana selam olsun ey hocam, öğretmenim)  Hakkan (gerçekten), şöyle bir muhteşem (ihtişamlı, gösterişli) sarayın,  senin gibi sadık (doğru sözlü) ve  müdakkik (inceden inceye araştıran) bir muarrifi (tanıtıcısı) lâzımdır.  Seyyidimiz (efendimiz) sana ne bildirmişse lütfen bize bildiriniz."   Üstad ise,  evvel zikri geçen nutukları (önce sözü geçen konuşmaları) onlara dedi.  Bunlar güzelce dinlediler,  iyice kabul edip tam istifade ettiler (faydanlandılar).  Padişahın marziyâtı (razı olacağı) dairesinde amel ettiler (iş gördüler).   Onların şu edepli muamele (güzel ahlaklı davranışı) ve vaziyetleri  o padişahın hoşuna geldiğinden,  onları has (özel) ve yüksek ve tavsif edilmez (özellikleri anlatılmakla bitmez)  diğer bir saraya davet etti, ihsan (ikram, iyilik) etti.   Hem öyle bir cevvâd-ı melike lâyık (çok cömert ve ikram sahibi hükümdara) ve  öyle mutî ahaliye şayeste (itaatkâr halka yakışır) ve  öyle edepli (güzel ahlaklı) misafirlere münasip (uygun) ve  öyle yüksek bir kasra şayan (saraya layık) bir surette ikram etti.  Daimî onları saadetlendirdi (sürekli onları mutlu etti).   İkinci güruh (grup) ise,  akılları bozulmuş,  kalbleri sönmüş olduklarından,  saraya girdikleri vakit nefislerine mağlûp olup (insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvetine  yenilip) lezzetli taamlardan (yiyeceklerden) başka hiçbir şeye iltifat etmediler (yönelmediler, değer vermediler).  Bütün o mehâsinden (güzelliklerden) gözlerini kapadılar ve  o üstadın irşâdâtından (o öğretmenin  nasihatlerinden, doğru yolu gösteren sözlerinden) ve  şakirtlerinin ikazâtından (öğrencilerinin uyarmalarından) kulaklarını tıkadılar.    Hayvan gibi yiyerek uykuya daldılar.  İçilmeyen, fakat bazı şeyler için ihzar edilen iksirlerden (hazırlanan ilaçlardan) içtiler.  Sarhoş olup öyle bağırdılar,  karıştırdılar,  seyirci misafirleri çok rahatsız ettiler.  Sâni-i Zîşânın düsturlarına (şanı yüce san’atkârın prensiplerine) karşı edepsizlikte bulundular.  Saray sahibinin askerleri de onları tutup öyle edepsizlere lâyık bir hapse attılar. Ey benimle bu hikâyeyi dinleyen arkadaş! Elbette anladın ki, o hâkim-i zîşan (şanı yüce hükümdar), bu kasrı (köşkü) şu mezkûr maksatlar (bahsi geçen istekler) için bina etmiştir (yapmıştır). Şu maksatların (istenilen şeylerin) husulü (meydana gelmesi) ise iki şeye mütevakkıftır (bağlıdır): Birisi: Şu gördüğümüz ve nutkunu (konuşmasını) işittiğimiz üstadın (baş öğretmenimizin) vücududur. Çünkü, o bulunmazsa, bütün maksatlar (istenilen şeyler) beyhude (boşuna) olur. Çünkü, anlaşılmaz bir kitap, muallimsiz (öğretmensiz) olsa, mânâsız bir kâğıttan ibaret kalır. İkincisi: Ahali, o üstadın (öğretmenin) sözünü kabul edip dinlemesidir. Demek, vücud-u üstad (öğretmenin varlığı), vücud-u kasrın (sarayın varlığının) dâisidir (olmasına sebeptir). Ve ahalinin istimâı (halkın dinlemesi), kasrın bekâsına (köşkün devamlılığına) sebeptir. Öyle ise, denilebilir ki, eğer şu üstad olmasaydı, o melik-i zîşan (şanı yüce hükümdar), şu kasrı bina etmezdi (sarayı yapmazdı). Hem yine denilebilir ki, o üstadın talimatını (hocanın emirlerini) ahali (halk) dinlemedikleri vakit, elbette o kasr (saray) tebdil ve tahvil edilecek (değiştirilip ve başka hale dönüştürülecek). Ey arkadaş, hikâye burada bitti. Eğer şu temsilin (kıyaslama tarzında benzetmenin) sırrını anladınsa, bak, hakikatin (gerçeğin) yüzünü de gör. Gerçek nedir? Görüp ders almayı On Birinci Söz okumamıza bırakıyoruz. Üstad ne kadar önemli sırları bizlere bildirmektedir, kaynağından okuyarak öğrenebiliriz. Sözler, 180-191. Prof. Dr. Cahit Kurbanoğlu 30.11.2024
Ekleme Tarihi: 30 Kasım 2024 - Cumartesi

Kutlu Doğum 40

KUTLU DOĞUM 40

O tanıtıcı ve tarif edici öğretmenimiz, sarayın sahibinden bize mesajlar aktarmaktadır. Bu sarayı kendini bize tanıtmak için yaptığını, iyilik ve ihsanlarıyla bize sevgisini gösterdiğini, bizim de onu sevmemiz gerektiğini bildirmektedir. Bakalım bu uyarmalara ahalinin davranışı nasıl olmaktadır? Konunun tamamını kaynağından okuyabilirsiniz.

 

Sonra, giren ahali iki güruha (gruba) ayrıldılar:

 

Birinci güruhu (bölüğü): Kendini tanımış ve aklı başında ve kalbi yerinde oldukları için, 

o sarayın içindeki acaiplere (hayret verici şeylere) baktıkları zaman dediler: 

"Bunda büyük bir iş var.”

" Hem anladılar ki, beyhude (gayesiz) değil, 

âdi (basit) bir oyuncak değil.” 

Onun için merak ettiler. 

"Acaba tılsımı (şifresi) nedir? İçinde ne var?" deyip düşünürken, 

birden o muarrif üstadın (tanıtıcı öğretmenin) beyan ettiği (açıklamaya çalıştığı) nutkunu işittiler. 

Anladılar ki, bütün esrarın (sırların) anahtarları ondadır. 

Ona müteveccihen (yönelerek) gittiler ve dediler:

 

"Esselâmü aleyke yâ eyyühe'l-üstad! (Sana selam olsun ey hocam, öğretmenim) 

Hakkan (gerçekten), şöyle bir muhteşem (ihtişamlı, gösterişli) sarayın, 

senin gibi sadık (doğru sözlü) ve 

müdakkik (inceden inceye araştıran) bir muarrifi (tanıtıcısı) lâzımdır. 

Seyyidimiz (efendimiz) sana ne bildirmişse lütfen bize bildiriniz."

 

Üstad ise, 

evvel zikri geçen nutukları (önce sözü geçen konuşmaları) onlara dedi. 

Bunlar güzelce dinlediler, 

iyice kabul edip tam istifade ettiler (faydanlandılar). 

Padişahın marziyâtı (razı olacağı) dairesinde amel ettiler (iş gördüler).

 

Onların şu edepli muamele (güzel ahlaklı davranışı) ve vaziyetleri 

o padişahın hoşuna geldiğinden, 

onları has (özel) ve yüksek ve tavsif edilmez (özellikleri anlatılmakla bitmez) 

diğer bir saraya davet etti, ihsan (ikram, iyilik) etti.

 

Hem öyle bir cevvâd-ı melike lâyık (çok cömert ve ikram sahibi hükümdara) ve 

öyle mutî ahaliye şayeste (itaatkâr halka yakışır) ve 

öyle edepli (güzel ahlaklı) misafirlere münasip (uygun) ve 

öyle yüksek bir kasra şayan (saraya layık) bir surette ikram etti. 

Daimî onları saadetlendirdi (sürekli onları mutlu etti).

 

İkinci güruh (grup) ise, 

akılları bozulmuş, 

kalbleri sönmüş olduklarından, 

saraya girdikleri vakit nefislerine mağlûp olup (insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvetine  yenilip)

lezzetli taamlardan (yiyeceklerden) başka hiçbir şeye iltifat etmediler (yönelmediler, değer vermediler). 

Bütün o mehâsinden (güzelliklerden) gözlerini kapadılar ve 

o üstadın irşâdâtından (o öğretmenin  nasihatlerinden, doğru yolu gösteren sözlerinden) ve 

şakirtlerinin ikazâtından (öğrencilerinin uyarmalarından) kulaklarını tıkadılar. 

 

Hayvan gibi yiyerek uykuya daldılar. 

İçilmeyen, fakat bazı şeyler için ihzar edilen iksirlerden (hazırlanan ilaçlardan) içtiler. 

Sarhoş olup öyle bağırdılar, 

karıştırdılar, 

seyirci misafirleri çok rahatsız ettiler. 

Sâni-i Zîşânın düsturlarına (şanı yüce san’atkârın prensiplerine) karşı edepsizlikte bulundular. 

Saray sahibinin askerleri de onları tutup öyle edepsizlere lâyık bir hapse attılar.

Ey benimle bu hikâyeyi dinleyen arkadaş! Elbette anladın ki, o hâkim-i zîşan (şanı yüce hükümdar), bu kasrı (köşkü) şu mezkûr maksatlar (bahsi geçen istekler) için bina etmiştir (yapmıştır). Şu maksatların (istenilen şeylerin) husulü (meydana gelmesi) ise iki şeye mütevakkıftır (bağlıdır):

Birisi: Şu gördüğümüz ve nutkunu (konuşmasını) işittiğimiz üstadın (baş öğretmenimizin) vücududur. Çünkü, o bulunmazsa, bütün maksatlar (istenilen şeyler) beyhude (boşuna) olur. Çünkü, anlaşılmaz bir kitap, muallimsiz (öğretmensiz) olsa, mânâsız bir kâğıttan ibaret kalır.

İkincisi: Ahali, o üstadın (öğretmenin) sözünü kabul edip dinlemesidir.

Demek, vücud-u üstad (öğretmenin varlığı), vücud-u kasrın (sarayın varlığının) dâisidir (olmasına sebeptir). Ve ahalinin istimâı (halkın dinlemesi), kasrın bekâsına (köşkün devamlılığına) sebeptir. Öyle ise, denilebilir ki, eğer şu üstad olmasaydı, o melik-i zîşan (şanı yüce hükümdar), şu kasrı bina etmezdi (sarayı yapmazdı). Hem yine denilebilir ki, o üstadın talimatını (hocanın emirlerini) ahali (halk) dinlemedikleri vakit, elbette o kasr (saray) tebdil ve tahvil edilecek (değiştirilip ve başka hale dönüştürülecek).

Ey arkadaş, hikâye burada bitti. Eğer şu temsilin (kıyaslama tarzında benzetmenin) sırrını anladınsa, bak, hakikatin (gerçeğin) yüzünü de gör.

Gerçek nedir? Görüp ders almayı On Birinci Söz okumamıza bırakıyoruz. Üstad ne kadar önemli sırları bizlere bildirmektedir, kaynağından okuyarak öğrenebiliriz. Sözler, 180-191.

Prof. Dr. Cahit Kurbanoğlu

30.11.2024

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve habergundemim.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Diğer Yazıları

Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.