LEYLE-İ MEVLİD
BAŞ ÖĞRETMENİMİZ
Öğretmenlik mukaddes bir meslektir. Öğrettikleri ile insan şekillenmektedir, hatta insanlık şekillenmektedir.
İsterse insana Cennet kazandırmaya vesile olur.
İsterse insanı Cehenneme göndermeye vasıta olabilir.
İsterse insan, insan olur ve belki de insan, sultan olur.
Öğretmen istedikten sonra insanı teröristler güruhuna da yönlendirir.
Onun için de öğretmenin maddi ve manevi makamı;
ya kuyu dibidir,
yahut da minare başıdır.
Ortası yoktur.
Onun için de bütün insanlığı istisnasız Cennete davet eden, kedisini dinleyenlere de cennete girmesi için maddi manevi dua eden, gerçek öğretmenimizin, doğum yılı sene-i devriyesidir.
MEVLİD
Mevlid doğum demektir. Bu doğum mutat değil, müstesna bir doğumdur. Çünkü istisna bir insan dünyaya teşrif etmiştir.
Hakkında yazı yazmak istediğim insan, âlemlere rahmet olarak gönderilen ve Rabbimizi bize en mükemmel şekilde tarif eden mühim üç tarif ediciden biri ve hatta birincisi, muallim-i hakiki, baş öğretmen Hazreti Muhammed Mustafa Aleyhissalatu Vesselâm’dır.
Rabbimizin bize tarif eden diğer tarif edicileri de O bizlere bildiriyor. Bunlardan ikinci en önemli tarif edici olan Kur’an-i Kerim’i, Allah habibi Hazreti Muhammed Mustafa Aleyhissalatu Vesselam aracılığı ile biz insanlara göndermiştir.
Kur’an-i Kerim’i bize en güzel, en mükemmel, en anlamlı bir şekilde O’nun gibi anlatan, emirlerini yerine getirerek bize gösteren, hükümleri ile hükmetmemize rehber olan, Hazreti Muhammed Mustafa Aleyhissalatu Vesselâm’dan başka muallim bir Zat var mı?
Rabbimizi bize tarif eden üçüncü tarif edici ise şu Kitab-ı Kebir-i Kâinattır, yâni içinde bulunduğumuz bu büyük kâinatın kitabıdır. O kitabı da en güzel şekilde bize okuyan, tarif eden, tefsir eden, bu alandaki muğlak konularımızı vuzuha, açıklığa kavuşturan en büyük baş öğretmen de yine Resul-ü Ekrem Aleyhissalatu Vesselam olmuştur.
Veladet, yâni bizim peygamberimizin dünyaya gelişi, bugüne kadar gelmiş olan peygamberlerin nazar ettikleri, beklemekte oldukları, haber verdikleri, ahir Zaman peygamberinin dünyaya geldiği ve Leyle-i Mevlid olarak kutladığımız istisna bir geceyi her yıl idrak etmekteyiz.
KİM BU BAŞÖĞRETMEN ASV
Bu geceyi ve bu gecede dünyaya gelen kişiyi anlatmaktan ne kadar çok aciz olduğumun farkındayım. Ancak yine de anlatacağım.
Suudi Arabistan’ın Mekke şehrinde hicri 571 yılında, Rebiyülevvel ayinin 12’si pazartesi gecesinde dünyaya teşrif ettiler.
Kâinat onun yüzü hürmetine yaratılan,
Yaratanın, Cenab-ı Allah’ın CC ismini, Peygamberimizin ASV ismi ile beraber yanyana yazdığı,
Rabbimizin: “Sen olmasaydın, sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım” dediği,
bir peygamber dünyaya teşrif etti.
O ZAMANLAR ARAP YARIMADASINDA DURUM NASILDI
O dünyaya gelmeden önce Arap Yarımadasının durumuna bir mühendis bilim adamı olarak eksik de olsa bakalım. Ancak bazı şeyleri de ifade etmemiz gerekiyor.
O zaman bu yarımadada kimler yaşıyordu?
Örf ve adetlerine mutaassıbane bağlı bir kavim.
Şiir çok ilgi ve rağbet gördüğü gibi, edebiyatta da o kadar çok ileri gitmiş,
belâgatta ise kendinden söz ettiren duruma gelmiştir.
Bir şiir ile iki topluluk birbiriyle kavga ediyor veya iki kabile birbiriyle savaşıyor.
Yine bir beyit ile de bu savaşanlar birbiriyle barışıyorlar.
O zamanın Mekke şehri ahalisi bitkilere hayvanlara değer verilmesi şöyle dursun,
insanlara bile köle muamelesi yapıldığı bir topluluktur.
Dünyaya gelen kız çocuklarından utanarak onları diri diri toprağa gömen bir millet,
her türlü insan dışı muamelelerin zirve yapmış olduğu bir dönemdir.
İnsanların maruz bırakıldığı muameleler ve zulüm öyle dereceye gelmiştir ki; herkes bir kurtarıcının gelmesini çaresizlikle beklemektedir.
FETRET DEVRİ
Hazreti Muhammed Mustafa Aleyhissalatu Vesselam’ın dünyaya gelmesine yakın bir zamanda ve Peygamber olarak gönderilmeden evvelki fetret zamanında da;
falcılar,
kâhinler,
aydınlar,
ârif-i billâhlar,
sesi duyulup görülmeyen cinler, hâtifler,
hattâ putlar, sanemler ve
kurbanlar,
Peygamberimizin ASM geleceğini şairler şiirlerinde, haber vermişler ve hayatını konu edinen meşhur tarihçiler, kitaplarında bu bilgilerini gelecek asırlara neşretmişlerdir. (1/186)
Bilindiği gibi bilim maluma tabiidir. Yani önceki yapılan araştırmalar, deneyler, deneysel çalışmalar, bu zamanda yapılacak araştırmalara kaynak teşkil etmektedir.
Literatür neden taranmaktadır? Kim, ne zaman, nerede, ne çalışma yapmıştır? Yapılan çalışma orjinal bir çalışma mıdır? Geçmişte böyle bir çalışma yapılmış mıdır, ya da geçmiş çalışmalar bu çalışmaya kaynak teşkil edecek midir, bunlar bir araya getirilerek yeni bir hamle yapılır.
Burada yazacağımız konulara kaynak teşkil eden, Risale-i Nur Külliyatından, Mektubat adlı eserden, 19. Mektup, yani Mucizât-ı Ahmediyye’dir. Bu kitapta burada aktaracağım her bir konu, en az 4-5 kaynaktan rivayet edilmektedir. Dolayısıyla anlatmış olduklarım masal değil, hikâye değil, gerçektir. Kaynakları ile vesikalarıyla literatürde mevcuttur. İsteyen, merak eden kaynaklardan arayıp bulabilir.
Anlattıklarım zaten olağanüstü olaylardır. Bu olayları görgü tanıkları kaydetmişlerdir. Şahitler dinlenmişler, hakkında itiraz vuku bulmadığı için, kaynaklara geçmiş ve yayınlanmıştır. Onun için ben de burada anlattıklarım herhalde müsbet bilimlerin laboratuvar imkanlarıyla elde edilen bilimsel sonuçlar değildir. Fakat sosyal alanda bilimsel araştırma metodlarından elde edilen sonuçların, sosyal bilimleri meydana getirmesi, bize bu konuda ışık tutup, bir yaklaşım kazandırmaktadır.
Meselâ dense ki; insan kalbi, günde 7-8 ton kanı dünyanın etrafını iki defa dönen uzunlukta mesafeye ulaştırıyor. Yaklaşık yüz trilyon ulaşım merkezine teslimat yapıyor.
Aklımız bunu hemen kavrayamayacağı için kolayca inkâr eder.
Olmaz öyle şey inanmam der.
Ama bugün bu şeyler bilimsel olarak ispat edilebiliyor.
İşte bu anlatılan konular da insanda tasarruf eden yaratıcının tasarrufu olduğu için aklen ve mantıken imkânsız görmek anlamsızdır.
Bundan 1450 yıl önce denseydi ki bir şahıs gelecek görevli olduğunu söyleyecek ve görevi olduğu şeyi bütün insanlara kabul ettirecektir. Aradan 1000 yıl geçince ona tabi olanların sayısı milyonları bulacak.
Bu başlangıçta kolay kabul edilecek bir şey değildir.
Ancak bugün görüyoruz ki peygamberimiz gelmiş, İslâmiyeti insanlığa tebliğ etmiş ve 1,5-2 milyar insan ona tabi olmuştur. Dolayısıyla aklımızın her almadığı anlamsız olmadığı gibi, her anlatılanın da kolayca anlaşılması mümkün olmayabilir.
Diyoruz ki bir normal insan vücudunda yaklaşık 80-100 bin km uzunluğunda damar vardır. Bu bizim anlayışımıza ve tasavvurumuza göre, rüya gibi gelmektedir. İstanbul’da canlıların fosillerini sergileyen bir fuarda insanın sadece damarlarını öne çıkardıkları, insan şeklindeki damar yumağını görünce; bilimsel yorum ve anlatımları duyunca, sonuçta kabul etmek zorunlu hale geliyor.
İşte bizim aklımızın, imkansızların imkân dairesinde olduğunu gördükten sonra, olağan üstü olan mucizelerin de akıldan uzak olmadığını kabul edecektir.
Bunlardan önemlilerini burada özet olarak kaleme alacağız. Tamamı ise Mektubat, Ondokuzuncu Mektupta ravileri ile birlikte, detaylı olarak anlatılmaktadır.
PEYGAMBERİN DOĞUMUNDAN ÖNCEKİ İŞARETLER
Yemen padişahlarından Tübba’ isminde bir Kıral, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın vasıflarını eski kitaplarda görmüş, îman etmiş. (1/182)
Arab Kavminin meşhur hatibi Kuss İbn-i Sâide, peygamber olmadan evvel şiiri ile Resulullah’ı (ASV) ilân ediyor.
Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ecdadından olan Kâ'b İbn-i Lüeyy, peygamberimizi:
"Ansızın, Muhammedü'n-Nebî gelecek”, diye haber veriyor."
Yemen padişahlarından Seyf İbn-i Zîyezen, eski kitaplarda Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın evsafını, özelliklerini görmüş; îman etmiş.
Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın dedesi Abdülmuttalib; Yemen'e, Kureyş Kafilesine gittiği zaman, Seyf İbn-i Zîyezen, onları çağırmış.
Onlara:
"Hicazda bir çocuk dünyaya gelir. O'nun iki omuzu arasında hâtem, mühür gibi bir nişan var. İşte o çocuk umum insanlara imam olacak! O çocuğun dedesi de sensin" diye kerametkârâne, peygamberlikten evvel haber vermiş... (1/183)
Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a ilk vahiy gelişinde, endişe etmiş.
Hatice-i Kübrâ o hadiseyi, amcasının oğlu meşhur Varaka İbn-i Nevfel'e anlatmış.
Varaka Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı dinledikten sonra demiş ki:
"Telâş etme, o hâlet vahiydir. Sana müjde! İntizar edilen nebî, beklenen peygamber sensin! İsâ, seninle müjde vermiş!"
Gerçek bilgin Askelâni'l-Himyerî, peygamberlik gelmeden önce Kureyş’leri gördüğü vakit:
"İçinizde peygamberlik dâvâ eden var mı? Âlem O'nu bekliyor." demiş.
Hıristiyanların meşhur alimlerinden İbnü'l-Alâ, peygamberlikten önce geleceğini haber vermiş, daha sonra da peygamberimizi (A.S.M) görmüş ve;
“Ben senin sıfatını İncil'de gördüm, îman ettim. Meryem’in oğlu, İncil'de senin geleceğini müjde etmiştir." demiştir.
Habeş Padişahı Necâşî:
"Keşki şu saltanata bedel Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'ın hizmetkârı olsaydım! O hizmetkârlık, saltanatın pek fevkındedir!" demiştir. (1/184)
PEYGAMBER OLARAK GÖNDERİLMEYE YAKIN
Peygamberlikten evvel birçok hadiseler var ki, doğrudan doğruya peygamberimizin (A.S.M) birer mu'cizesidir. Bunların sihhatli olduklarını hadis imamları kabul etmiş. Bunlardan birkaç nümune:
Velâdet-i Nebevî doğum gecesinde; hem annesi, hem annesinin yanında bulunan Osman İbn-i As'ın annesi, hem Abdurrahman İbn-i Avf'ın annesinin gördükleri azîm bir nurdur ki; üçü de demişler:
"Velâdeti ânında biz öyle bir nur gördük ki; o nur, şark ve garbı bize aydınlattırdı."
O gece Kâbe'deki putların, sanemlerin çoğu başı aşağı düşmüş.
Kisrâ'nın meşhur sarayı o gece sallanıp yarılmış ve ondört şerefesi düşmüştür.
Sava'nın kutsal kabul ettikleri küçük denizi o gecede yere batması ve İstahrâbad'da bin senedir daima yanan ve sönmeyen, Mecûsîlerin ibadet ettikleri ateşin, velâdet gecesinde sönmesidir...
Peygamberimizin (A.S.M.) velâdet yani doğum gecesine pek yakın olan hadiselerden biri, kıblesi ve mevlidi ve sevgili vatanı olan Kâbe-i Mükerreme’nin gaybî ve hârika bir surette Ebrehe'nin tahribinden kurtulduğu Fil Sûresi’ndeki, Fil vakasıdır.
Kâbe'yi tahrip etmek için, Ebrehe namında Habeş kıralı, Fil-i Mahmudî adında büyük bir fili önüne katıp gelmiştir. Mekke'ye yakın olduğu vakit fil yürümemiş. Çare bulamamış, dönmüşler. Ebâbil kuşları onları mağlûb etmiş ve perişan etmiş; kaçmışlar. (1/187)
Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, küçüklüğünde, Halîme-i Sa'diye'nin yanında iken, Halîme ve Halîme'nin beyi; Güneş'ten rahatsız olmamak için, çok defa üstünde bir bulut parçasının O'na gölge ettiğini görmüşler ve halka söylemişler ve o vâkıa sıhhatle, güvenli olarak meşhurdur.
Hem on iki yaşında iken Şam tarafına gittiği vakit, Buhayra-yı Râhib, bir parça bulut Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın başına gölge ettiğini görmüş ve göstermiş.
Hem yine bi'setten, peygamber olmadan evvel, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, bir defa Hatice-i Kübrâ'nın Meysere ismindeki hizmetkârıyla ticaretten geldiği zaman, Hatice-i Kübrâ ve hizmetkârı Meysere, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın başında, iki meleğin bulut tarzında gölge ettiklerini görmüş.
Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, peygamber olmadan evvel, bir ağacın altında oturdu; o kuru yer, birden yeşillendi, ağacın dalları da, O'nun başı üzerine eğilip kıvrılarak gölge yaptığı kuvvetli kaynaklarla nakledilmektedir.
Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm çocukluğunda, Ebû Tâlib'in evinde kalıyordu. Ebû Tâlib, çoluk ve çocuğu ile O'nunla beraber yerlerse, karınları doyardı. Ne vakit O zat yemekte bulunmazsa doymuyorlardı.
Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma bakan ve hizmet eden Ümm-ü Eymen, O’nun ne küçüklüğünde ve ne de büyüklüğünde, açlık ve susuzluktan şikâyet etmediğini demiştir.
Süt annesi olan Halîme-i Sa'diye'nin O’nu yanına aldıktan sonra, kabilesine rağmen, malında ve keçilerinin sütünde, çok bereketi ve artış olduğu meşhur ve kesindir.
Hiçbir sinek O'nu rahatsız etmez, O'nun mübarek cesedine ve elbisesine konmazdı.
Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, dünyaya geldikten sonra, özellikle doğum gecesinde, yıldızların düşmesinin çoğalmasıdır.(1/188)
Elhâsıl: Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın peygamberliğinden evvel peygamberliğini tasdik ettiren ve tasdik eden pek çok olaylara, pek çok zâtlar şahit olmuşlar.
Evet Allah’ın CC kâinatı ve herşeyi, O’nun yüzü suyu hürmetine yarattığı; Sultan-ı Levlâke Levlâk, öyle bir reistir ki:
Bin üçyüz elli senedir saltanatı devam ediyor.
Birinci asırdan sonra herbir asırda mutlaka, üçyüz elli milyon tebaası ve raiyyeti vardır.
Küre-i Arzın yarısını bayrağı altına almış ve tebaası, yaklaşık birbuçuk-iki milyar müslüman, kemal-i teslimiyetle O'na her gün salat ü selâm ile tecdid-i bîat ederek emirlerine itâat ederler.
(1)- Mektubat
14.09.2024
Prof. Dr. Cahit Kurbanoğlu