Malzemesi başka, mutfağı başka, pişirmesi ve servisi başka başkadır.
Okuyucunun bayiden üç kuruş verip gazeteyi alması kadar kolay değildir, o aşamaya gelmesi.
Hele gazete sahibi olmak…
O daha başka bir zorluktur. Sayısız sorunları göğüslemekle eş anlamlıdır.
Hele hele Türkiye’nin inişli-çıkışlı, tozlu-topraklı, kasisli “gündeminde” yol yürümek daha bir zordur.
MANTAR VE SAMAN ALEVİ
Hatırlayanlar bilir…
80’li yılların ikinci yarısından itibaren medya sektörü geniş kitlelere ulaşmaya başladı. Bu yılların hemen öncesinde ve hemen sonrasındaki süreçte; il ya da ilçe fark etmeksizin mahallinde ya bir tane yerel gazete bulunur ya da hiç olmazdı. Halk gazeteyi, bayilerde satılan sadece belli başlı ulusal birkaç isim olarak bilirdi. 90’larda ivme kazanan teknolojik gelişmelerin de katkısıyla, işin rengi değişmeye başladı.
***
Yazılı basın anlamında; hemen her yerde “mantar” gibi gazeteler türüyordu... Dergiler, sayısız radyo kanalı ve karasal ya da uydudan yayın yapan yerel-ulusal TV kanalları yağmur gibi yağıyordu. Kimi yayın kuruluşu yaşamını sürdürdü, kimisi de bir “saman alevi” gibi parladı ve söndü. Tüm bu gelişmelerle birlikte, yazılı ya da görsel basının işleyişinde, çeşitli mevzuatlar da arka arkaya sıralandı. Hatta bu yasalar sık sık değiştirildi ve dizayn edildi.
Yansımaları, doğal olarak “gazetecilere” oldu.
ÇAKMA GAZETECİ YOKTU
Yaşanan bu gelişmeler, sektörde büyük bir iş gücü açığına yol açmıştı… Hazırlıksız yakalanan sektörde bir de kalifiye eleman sıkıntısı yaşanıyordu. Öyle ya; bu kadar gazeteye, dergiye, radyoya ve TV kanalına haber akışını kim sağlayacaktı? Muhabir…
İlkeleri olan, iyi yetişmiş, kalemini satmayan, vatandaşın özgür-demokratik bir şekilde haber alma hakkına saygılı, vicdanlı… En önemlisi; “adını-soyadını” yazmasını bilen… Çakma olmayan…
Esasında tüm bu özellikler, birebir gazete sahipleri için de geçerliydi, o yıllara kadar…
Çünkü yazılmamış yasaya göre; gazete sahibi de mutlaka gazeteci olurdu… Farklı alanlarda ticaret yapan, gazeteyi “belimdeki silah” mantığıyla alan-satan-kuran zihniyetle tanışmamıştı Türkiye henüz… Sağ-sol ayırımı yapmadan dönemin iktidarına yaslananlar, en hafif tabiriyle “ayıplanırdı…”
Sahip ve kurucular istisnasız “çekirdekten yetişme gazeteci” olurlardı… Ticaretten gazeteciliğe paraşütle inmezlerdi… Sahayı da mutfağı da servisi de bilen isimlerdi hepsi…
***
Pek tabi, o yıllardaki tanımıyla “muhabir”, şimdilerdeki tanımıyla “haberci”lerin yanı sıra daha değişik iş gücüne de ihtiyaç duyuldu.
Dedik ya… Bu, yazılı ve görsel medya araçları, öyle bayiden alıp okumak ya da kumanda cihazının bir tuşuna basıverip izlemek kadar kolay değil.
Ver üç kuruşu al gazeteyi, oku.
Bas kumandanın tuşuna izle istediğin kanalı.
Öyle değil…
***
Sektörün labirente benzeyen koridorlarında kaybolmadan, adam gibi gazete çıkaracaksan veya radyo ya da TV yayını hazırlayacaksan eğer; sadece muhabire değil, her alanda ayrı ayrı olmak koşuluyla, köşe yazarına, yorumcuya, dağıtıcıya, reklâmcıya, grafikere, matbaacıya, redaktöre, editöre, amire, müdüre, kameramana, foto muhabirine, şoföre, montajcıya, sesçiye, setçiye ihtiyacın olacak. Saymakla bitmez...
Bunlar, aklımıza ilk gelenler. Daha neler var neler.
Velhasıl, zor zanaattır gazetecilik...
TEKNOLOJİK KUŞATMA
Yıllar içinde, baş döndürücü bir hızla, an be an gelişen ve değişen teknoloji, “gazeteci” taifesinin karşısına bir de “İnternet Medyası”nı çıkardı. Hatta bununla yetinmedi, “sosyal” olanını da devreye aldı… Facebook, Twitter, İnstagram, Whatsapp, Youtube, Swarm, Foursquare ve daha niceleri…
“Basılı Yayın” grubuna giren gazeteler, artık büyük bir teknolojik güç tarafından kuşatılıyordu... Belki de “sonun başlangıcı” yaşanıyordu.
***
Kâğıt, mürekkep, matbaa derdi olmayan “İnternet Gazeteleri”, insanların “cebine” kadar girdi… Sadece internet gazetesi değil, “İnternet TV”leri bile ihdas edildi, bu süreçte…
Gelişmelerin, olayların detaylarını okumak için artık yarını beklemiyordu, okur…
Anında, canlı-kanlı ya da yazılı olarak her şeyden haberdar olabiliyordu…
Mobil canlı yayın araçlarıyla her yerde olan TV kanallarının ekipleri, olay yerlerini evlerimize kadar taşıyorlardı.
***
Tüm dünya ile birlikte Türkiye, Birinci Körfez Savaşı’nı 1991 yılında TV’den naklen izledi… Türkiye saati ile gece yarısı başlayan ABD’nin Irak’a hava saldırısı, sabaha kadar televizyon ekranlarından sürükleyici bir “film” gibi temaşa edildi…
Medyanın “sosyal” olanı da boş durmadı…
Çok profesyonelce olmasa da; yazı, fotoğraf, yorum ve hatta görüntülü olarak servis edilen haberler, geniş kitleler tarafından hem kabul edildi hem de rağbet gördü. Profesyonel basının gözünden kaçan ya da “atladığı” gelişmeler, büyük boşlukları doldurdu.
“Sosyal Medya” araçları, yurdum insanını topyekûn gazeteci yapmıştı...
Teknolojik görsel medya, zaten okumaya pek meraklı olmayan, basılı yayınlara ilgisi kıt olan kitleleri peşinden sürüklüyordu.
KAZIN AYAĞI…
Bu çılgınlığın başladığı 90’lı yılların başlarında kurulan yazılı basın kuruluşları; birkaç yıl dahi geçmeden, dayanma güçlerini tüketip, kepenklerini indiriyorlardı… “Kazın ayağının öyle olmadığını” anlamaları uzun sürmüyordu…
O dönemler, gazete sahiplerinin serinlemek için girecekleri “havuzlar” henüz ihdas edilmemişti. Terleyip, yorulunca en fazla “gazete kâğıdına” yaslanabiliyorlardı.