Bir kavak ağacının ölüsü kadar onuru unutanlara…
TAKUNYALAR
Tırk… Tak… Trık… Tak…
Vurur kafasını taşlara takunyalar…
Takunyaların derdi büyük:
Hazmedemiyor yerde sürünmeyi
Kavağın ölüsü bile…
Bir zamanlar tepeden baktığı
Bir dal boyu Adem oğlunun
Ayağına düşmek
Koklamak ayak kokusunu;
Hür maviliklerin havası yerine,
Çekilir çile değil…
Vurur kafasını taşlara
Tırk… Tak… Tırk… Tak…
İnler takunyalar…
(Adana Halkevi, “Görüşler” Dergisi… 1946 yılında bir şiir yarışması düzenlenir ve “Saffet Akman” adında Adanalı bir genç yukarıdaki şiiri ile 3. Olur.)
Onurun henüz ayaklar altına alınmadığı yıllardı.
“Giden atların parıldayan nallarına bakıp,
bağırmadan, gidenleri geri çağırmadan,
salkım söğütlerin altında sessizce ölenlerin…” (Nazım Hikmet) devriydi.
Henüz yüzlerin kızardığı, utanma duygusunun insanlığın en büyük değerlerinden sayıldığı günlerdi. .
Tevfik Fikret’in dizlerinden yayılan onur ışığı henüz sönmemişti:
“Kimseden ümmid-i feyz etmem, dilenmem perr-ü-bâl
Kendi cevvim, kendi eflâkimde kendim tâirim,
İnhinâ tavk-ı esaretten girandır boynuma;
Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim.”
Bir kavağın ölüsü kadar onurlu olmayı unutanlara bir çift sözüm var:
“Sıfat verili, onur kazanılır…”
O nedenle “Sıfat geri alınır, onur kaybedilir.”
Sıfat geri alınınca yine kazanılabilir, kazanılamazsa bile sıfatsız yaşanabilir: ancak kaybedilen onur bir daha asla bulunamaz…